21 Nisan 2020 Salı

İlk Bakışta



Mladen Dolar


Çeviren: Suzan Sarı

Sevgi paradoksu belki de en iyi şu terimlerle formüle edilebilir: aşk, zorunsuz bir dışsallığın en samimi içsellikle birleşmesidir. Bu formül Lacan’ın kusursuz “dıştanlık” terimiyle ifade ettiği boyuta tekabül eder. Psikanalitik özne ve nesne kavramlarının anahtarını da içerebilen bu boyutun psikanalitik keşif açısından önemi büyüktür.1

Önce çok basit bir örneği inceleyelim, “sevgi bileşimleri” denebilecek paradoksal türden bir sosyal zorunluluğa bakalım, anne babanızı sevin, ailenizi sevin, evinizi, ana vatanınızı, ülkenizi, ulusunuzu, kapı komşunuzu sevin. Paradoks burada tabii ki sevginin, nesnesiyle ilgili olarak aslında ortada bir seçeneğin olmadığı durumda buyruluyor olmasıdır; kimsenin anne babasını veya ana vatanını vb. seçme şansı olmadığı aşikardır. Kişinin doğuştan gelen zorunsuz koşulları, buyrulan sevgi nesnesine dönüşür; kaçınılmaz olan ve seçme şansı vermeyen, etik olarak onaylanmaktadır. Verili olan, sözde seçim ve kişinin içsel rızasının nesnesi olarak açıkça ifade edilmeden kabul edilir. Kişi hiçbir zaman böyle bir seçimde bulunmamıştır ya da daha ziyade seçim “hep çoktan” yapılmıştır. Ortada bir seçme varsa o da zorunludur, karar önceden verilmiştir. Bu bileşimler aslında verili olanı muhafaza edip yalnızca yeni biçimler alır ancak bu salt biçimsel fark, özseldir: doğal bağlantılar doğal olarak çözülür ama birbirlerine gösterme [signifying] bağları olarak bağlanmışlardır. Özne, doğal bağlarından yalnızca gösteren zincirine bağlanarak özgürleşebilir (yaygın nötr “gösterme zinciri” belki de düşündüğümüz kadar masum değildir).

Bu genel süreci, özneleştirmenin üçlü aracı olarak düşünebilirsiniz; burada, üç şey eşzamanlı olarak gerçekleşir: ilki, zorunsuz dışsallıktan içsel kabulün nesnesine geçiş; ikincisi içeriğin aynı kaldığı ve öznenin konumunda ufak bir kaymanın yaşandığı salt biçimsel değişme; üçüncüsü, kişiye “özgür seçim” şansı verilmemiş olsa da verinin, kişinin seçimiymiş gibi sunulduğu zoraki seçimdir. Zoraki seçim salt bir seçme yoksunluğu değildir: seçim aynı jestle sunulup reddedilir ancak bu boş jest öznellik için önemli olandır.

Zoraki seçimin en ünlü formüllerinden biri Lacan tarafından, The Four Fundamental Concepts of Psycho-Analysis [Psikanalizin Dört Temel Kavramı] (Lacan 1979, 212) seminerinde yapılmıştır. Lacan “ya paran ya hayatın” ("La bourse ou la vie") seçimiyle sunduğu oldukça etkili bir örneğe başvurur. Ciddiye alındığı takdirde bu seçimin kendine özgü yanı ortada aslında bir seçim olmamasıdır: kişi yalnızca hayatını tercih edip dolayısıyla yalnızca parayı kaybedebilir; parayı seçmesi ikisini de kaybetmesi anlamına gelir. Kişinin seçmek için bir alternatifi vardır ve bu bile kısıtlıdır (parasız bir hayat) ancak diğer alternatif boştur (hayatsız para). Her durumda kişi ikisinin kesişimini kaybeder (parasız hayat); bu durum Lacan’ın tutkunu olduğu kesişen iki daire şemasıyla basit bir şekilde açıklanabilir (Lacan 1979, 211-12).

Bu modelin biçimsel yönünü, özneleştirme deseni olarak kullanabiliriz: kişiye, önceden kararlanmış bir seçim sunulur ve ardından kişi seçim yaparak bir kayıp yaşar. Kabaca ifade edersek özne, toplumsala eklemlenmesinde bir seçimin ama zoraki bir seçime ve bir kayba tabidir. Bu deneyim oldukça genel bir deneyimdir; karanlık, ıssız arka sokaklarla sınırlı değildir. Bu zoraki seçim mekanizması her çeşit sevgi2 biçimine ilişiktir. Sadeleştirirsek, kişi sevgiyi seçmeye zorlanır ve dolayısıyla seçme özgürlüğünden vazgeçer ama seçme özgürlüğünü seçtiğinde ikisini de kaybeder. 3 "Anne babanı sev"in,"ya paran ya hayatın"a yaklaştığı bir açı vardır.

Herkesin toplumsal bir varlık olma adına deneyimlediği en basit ve en yaygın örnekten başladım. Ancak en vurgulu ve gözde halinde sevgi yani geleneksel olarak bir erkek ve bir kadın arasındaki kutsanan "erotik" sevgi tam da bu aygıtı içerir. Bir özgür seçim özerkliği olması gerekiyormuş gibi gelebilir; gerçekten de seçme özgürlüğü olmaksızın sevgiden söz edilemez (örneğin yakın tarihe kadar yapıldığı gibi seçim anne baba tarafından yapılmış olabilir). Yine de sevgiyle ilgili yüzyıllardan beri gelen kalıntılara daha yakından ya da daha yüzeyden bakarsak sevgi ve öznenin özerkliğinin birbirini iptal ettiği açıkça görünür. Bütün melodramlar düzenin şu şekilde ilerlemesi gerektiğini çok iyi bilir: Genç bir kahraman, tesadüfen ve gayret göstermeksizin genç bir kadınla, az çok sıradışı koşullar altında tanışır. Kasıtsız ve tamamen şans eseri gerçekleşen, ikinci evrede erkeğin en içten ve ezelden beri orada olan istek ve arzularını farketmesidir. Zorunsuz, mucizevi bir şekilde erkeğin en derin gerçeğinin mekanına, Öteki tarafından tayin edilen kader göstergesine dönüşür. Seçilen Ötekidir, güçsüz olan genç erkek değil (üçüncü evrede seçimsizliğinin, anne babasının veya toplumun itirazı, entrikalar, kör talih, hastalık vb gibi çeşitli olası kombinasyonlar oluşturan sonuçlarıyla kahramanca yüzleşecek olan da bu genç erkektir). Salt şansın aslında hiç de şans olmadığı ortaya çıkar: öngörülemeyenin araya girmesi zorunluluğa, tyche [şans tanrıçası] ise automaton’a [makine] döner. Öznelleştirme anı tam da kendini Gerçeğin salt zorunsuzluğuyla kendini ifşa eden Ötekine (artık kader, takdiri ilahi, Tanrı buyruğu, alın yazısı ne derseniz) karşı öznelliğin ertelendiği andır. Sık sık sevginin tuhaf gücünün diğer görüşleri geçersiz kıldığı; kayıp ve kazançlar üzerinde düşünmeye, belli bir seçeneğin avantajlarına meyletmeye izin vermediği, Ötekine kayıtsız şartsız teslimiyet gerektirdiği söylenir. Bütün melodramlar, kişinin belli bir seçimin hayatiyetiyle ilgili usavurmayı kestiği, avantaj ve dezavantajlarını hesaplamaya başladığı anda felakete sürüklenmeye başladığını da çok iyi bilir. Kişi kayıtsız şartsız kaderine teslim olmazsa kader ergeç intikamını alacaktır. 4

Durum bariz bir şekilde çelişkilidir çünkü aynı anda hem otonom bir seçim özgürlüğü hem de bunun baskılanması ön koşuluna dayanır. Bu çelişki yalnızca tuhaf bir post festum [iş işten geçtikten sonra] mantıkla çözülebilir: genç erkek, seçme özgürlüğünden bağımsız, seçimin çoktan yapılmış olduğunu farkederek seçim yapabilir; yalnızca kaçınılmazı kendi içsel özü gibi kabul ederek Ötekinin kararını onaylayıp pekiştirebilir. Başka bir diyişle buradaki seçim geriye dönük bir kategori olarak anlaşılmalıdır: bu her zaman geçmiş zamandadır ancak hiçbir zaman şimdi olmayan bir tür geçmiş zamandır. Seçim anı hiçbir zaman tam olarak tayin edilemez, bilinçli ve özerk bir kararın varlığıyla saptanamaz, doğrudan ve derhal “henüz değil”den “hep çoktan”a geçer. Kendi doğası gereği geçmiştir. Aşık olmak zorunluluğa teslim olmak anlamına gelir; Gerçek, diyebiliriz, konuşmaya başladığı anda opaklığı saydamlığa dönüşür, anlamsız gösterge en yüce anlamın simgesi olur ve özne olgunun ardından onun farkındalığına indirgenir. Bu an, o yüce aşk mucizesinin anıdır.

Gözleri Buluştu

İlk karşılaşma, “ilk bakış” miti kadar dirençli bir varlık gösteren başka bir mit daha neredeyse yoktur. Bilinen ilk efsanelerden, dünya edebiyatına, oradan sinemadaki modern versiyonlarına kadar bütün anlatılarda mevcuttur. Milenyumları aşmış, kültürler arasındaki tüm sınırları atlatmış, hem “elit” kültürün en büyük başarılarında hem de popüler kültür ve eğlence sektörünün en düşük formlarına nüfuz etmiştir. Özü dikkate değer şekilde aynı kalmıştır, tıpatıp aynı hikayenin yarı mekanik tekrarıdır: şans eseri karşılaşma mucizevi sonuçlara gebedir; zorunsuzluğu, varlıklarının özü, kaderlerini tayin eden eşsiz bir güce sahip bir şey sayan özneleri tamamen dönüştürme gücüne sahip temel an olur.

En yükseğinden en düşüğüne dünya edebiyatı ve sinemasındaki tam aşık olma anlarının bir kataloğunu yapmanın cazibesini düşünün. Aslında böyle bir katalog en azından Fransız edebiyatı için yapıldı. Jean Rousset (1984) bu önemli çalışmasında “romanda ilk bakış sahneleri”nin (kitabın adıyla bizim “Gözleri Buluştu” altbaşlığı arasındaki benzerliğe dikkat ediniz) kapsamlı bir fenomenolojisini ortaya koydu. Şüphesiz en büyük aşk romanlarından biri olan Flaubert’in Duygusal Eğitim’inden aldığım bu sade, “Gözleri Buluştu” başlığı binlerce başka örnekten de alınmış olabilirdi. Bu başlık bakışı, bakışa mukabeleyi, temel karşılaşma mitinin en kritik anı olarak somutlaştırır. Bu bir farkındalık anıdır: kişi, zamanın başından beri “hep çoktan” orada olanı farkeder ve önceki tüm varoluş, geriye yönelik şekilde tam bu ana yönlendiriyormuş anlamı elde eder (Örnekleri rastgele seçtim, sayısız başka örnek bulunabilir):

Astrolojiyi keşfedenler kuşkusuz aşıklardı. Böylesi sonsuz bir şeyin bağlamı, kaynağı ve teminatı olarak büyük yıldız kümelerinden daha geniş ve istikrarlısı düşünülemezdi. Bütün yaşamımın bu ana varmaya yazgılı olduğunun artık farkındayım. Onun bütün yaşamı bu ana geliyordu, oyun oynarken, ders kitaplarını okurken, büyüyüp aynada göğüslerine bakarken. Bu çarpışma kaderde varmış. Ancak bu şimdi olmadı, evren yaratılırken, dünya ve gökyüzü toz halindeyken oldu. Tanrı “Işık olsun” dediğinde bu aşk yaratıldı. Geçmişi yoktu. (Murdoch 1975, 206)

Ani farkındalık, ilk seferin çoktan tekrar olduğu, kişinin halihazırda bilineni farkettiği anlamına gelir. Kendi öntarihini yarattığı kadar temeldir de, “ilk” an zaten orada olanın ama o anla birlikte geriye dönük yaratılanın “yeniden üretimi”dir çünkü “yeniden üretim”den önce orada değildi. Kişi sevdiğini ilk kez gördüğünde onu halihazırda tanıdığını farkeder:

Sieglinde: Zihnimde bir mucize kımıldıyor:
sadece bugün gelmiş olsan da
yüzünü daha önce görmüştüm!
Siegmund: Rüyanı biliyorum
ben de öyle hissediyorum
arzu dolu bir hasretle
sen de benim rüyamdaydın! (Wagner 1977,92)5

Karşılaşma, kendi öntarihini yaratması bir yana geleceğini de kurar: öznenin yaşamı bütünüyle yeni bir şekle bürünüp yeni bir güzergah edinir; her ayrıntısının yeni bir ışıkla değişime uğradığı tüm varlığı ani bir dönüşüm yaşar. Yaşam artık geçen o anın içindeki rastlantıda ortaya çıkana duyulan sadakat tarafından yönetilecektir. Bir anın kısalığı (ve bu, bir yasa olarak kısa ve ani bir an olmalıdır) ile hem geçmişi hem de geleceği köklü olarak dönüştürerek sonsuzluğu amaçlayan belirleyici niteliği arasında paradigmatik bir zıtlık vardır.

Bu anın kuşkusuz çok çeşitli kipleri vardır. İki yabancının mutlu karşılaşması, yol gösterici gibi görünmesine karşın yalnızca mitin aşırı halidir. Kişi uzun zamandır tanıdığı biriyle ilgili olarak da bu bu apansız farkındalığı yaşayabilir. İlk bakışta karşılıklı hoşlanmama da mümkündür, bu durum geriye yönelik bir farkındalığa dönüşebilir (örneğin Gurur ve Önyargı’daki gibi). Tek taraflı bir mucize olabilir, karşılıksız aşkın ızdırabı yaşanabilir. Ancak “Gözleri buluştu” yine de bir paradigmadır: karşılıklı bir bakış vardır, Gerçek, bakışa mukabele eder, öbür kişi karşılık vermese de hatta bundan etkilenmemiş olsa da hatta farkında bile olmasa da. Zorunsuz kaderin anlam yoksunluğu, olayların o gelişigüzel sıralanışı, Lacan’ın objet a dediği önemli Lacancı çağrışımla o an içinde birden bakışla tamamlanır. Kişi bir kez olsun bakmak yerine görmüştür. Kişi bir kez olsun kör olmayı bırakmıştır, bakışa mukebele edilmiştir. Yoksa sevgiyi körlükle, önceki halinden daha kökten bir körlükle bağdaştıran sağduyunun anladığı haliyle kişi yalnızca körlük pahasına mı görür? Bakış gelip bu anlamsız talihin anlam yoksunluğunu tamamlıyorsa ayrıca onu tamamlayarak da yaratıyordur çünkü kişi yalnızca geriye dönüp bakarsa bu yoksunluğu görür ve tamamlanmak ancak bir yoksunluğun yazgısında olabilir. Hayat önceden “boş”tu ama şimdi tamamlandı.

Sevginin ortaya çıkışının temelinde yatan bu zorunsuzluk dikkate değer biçimde bakışla hizalanır. Kanıt ağırdır, kaderin ağları bakışla örülüyor gibidir. Bazı nadir örneklerde sese (başka bir Lacancı nesne) sapar: Savaş ve Barış’taki Kont Andrei ve Natasha’nın ilk karşılaşmasındaki gibi karanlıkta duyulan birkaç cümle; Balzac’ın L’Enfant Maudit’indeki gibi geceleyin şarkı söyleyen bir sesle karşılık vermek; ama ses her zaman karşılıklı bakışmanın hazırlık safhası, delaleti gibidir. Bu karşılıklı bakışmanın her tür tuhaf formu alabildiğini kesinkes gösterebiliriz: bir portreye aşık olmak (örneğin “Sihirli Flüt”), peçeli bir yabancıya aşık olmak vb. En özel çağdaş örneklerden birisi Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları’nda geçer, Hintli genç bir doktor genç bir kadın hastasını yalnızca çarşaftaki bir delikten muayene edebilir, her seferinde vücudunun bir parçasını. Ve bu onların birbirlerine delicesine aşık olmalarına yeter. Kız, doktorun dönüp onu muayene edebilmesi için sürekli yeni hastalık ve semptomlar uydurur. En basit semptomlardan birini, baş ağrısını uydurduğunda “Gözleri buluşur”, bu tam üç yıl almıştır. Ancak gözler buluşmadan çok önce bakışa mukebele edilmiştir; delikli çarşaf tam da Lacan’ın “fantezi penceresi”ni çerçevelemektedir. Mukabil bakışın sunumu kaderin gerçekleşmesi statüsünü edinen her tür zorunsuz nesne veya koşulla ikame edilebilir. Eften püften ayrıntılar bakışa mukabele etmek üzere dönüşüme uğrarlar.

Dolayısıyla dışsal zorunsuzluk sonunda bakışa indirgenip bakışla somutlaşan kaypak nesnedir, karşılaşmanın kurucu sahnesinde herhangi bir şey olarak ortaya çıkan ve ne olursa olsun önce kaypak olan nesne: kişinin, benliğini üzerinde kurduğu, sayesinde hayatını idame ettireceği yetkili ve yönetici varlığının dayandığı, bütün tehditlere karşı kişinin sadık desteği olan olumsallığın sağlam kayası olarak doğar. Bu yüzden Lacan sevginin her zaman iade edildiğini söyleyebilmiştir.
1" *I Shall Be with You on Your Wedding-Night': Lacan and the Uncanny," Ekim 58 (Güz 1991) ve "Beyond Interpellation," Quiparle 6, no. 2 (İlkbahar/Yaz 1993) yazılarıma sıkça gönderide bulunuyorum.
2“Kaprisleri olmasına rağmen dilin kullanımı bir tür gerçekliğe sadık kalır. Dil, bizim de teorik olarak sevgi olarak sınıflandırdığımız çok sayıda duygusal türden ilişkiyi ‘sevgi’ olarak adlandırır ama yine de bu sevginin gerçek, hakiki ve fiilen sevgi olup olmadığı şüphesini uyandırıp sevgi fenomeni kapsamındaki bütün olasılıkları anıştırır. Kendi gözlemlerimizden de aynı keşfi yapmakta güçlük çekmeyiz” (Freud, Pelican Freud Library, vol. 12,141).
3 Psikozun, imkansız seçme özgürlüğünü ortaya çıkardığı söylenebilir. J.A. Miller’ın (yayımlanan semineri "Extimite"’de 1985-86) verdiği bir örnekte psikozlu bir hasta “Belli bir yaşa gelince bazı insanlar bana gösterilip onların anne ve babam olduğu söylendi” diyebilir. Bu ifadenin tuhaflığı dışsal bakış açısından kaynaklanıyor çünkü hepimiz bize anne babamızın kim olduğu söylendiği, anne baba oluşun sözel bir ileti, bir tanıklık, bir anlatı ve inanış olduğu pozisyondayızdır. Ancak bir psikoz hastası özne bu gerçeğe “nesnel” mesafesini, kuşkulanma ve seçme özgürlüğünü koruyup dolayısıyla bazı “temel gösteren”lerin (Lacan buna “Baba Adına” der) kişi tarafından seçilmediğini, “engellendiğini” gösterir. Böylece kişi genel olarak sembolikle dışsal bir ilişki yürütülebilir. Ancak bu seçme özgürlüğünün bedeli öznelliğin kaybıdır.
4 Sevgiyle ilgili kararın hiçbir zaman öznenin kendisi tarafından özgürce ve otonom şekilde alınamayacağı noktası Somerset Maugham'ın "A Marriage of Convenience" [Münasip Bir Evlilik] adlı hikayesinde çok eğlenceli bir şekilde işlenir: Uygun niteliklere sahip bir bekarın evlilik ilanına binlerce mektup gelir. Zavallı adamın nihai bir seçim yapması imkansızdır, sonunda karar vermek için başka bir yönteme başvurmak zorunda kalır; kader tarafından verilmiş bir kararmış gibi yaparak münasip bir evlilik yapar.
5Daha sıradan bir örnek için Disney’in Uyuyan Güzel şarkısına bakılabilir: “Seni tanıyorum, seninle bir rüyada yürümüştüm/ Seni tanıyorum gözlerindeki parlaklık çok tanıdık bir parlaklık…”


Kaynak: Gaze and Voice as Love Objects

Editörler, Renata Salecl ve Slavoj Zizek

0 yorum:

Yorum Gönder