Mladen
Dolar
Çeviren: Suzan Sarı
Sevgi
paradoksu belki de en iyi şu terimlerle formüle edilebilir: aşk,
zorunsuz bir dışsallığın en samimi içsellikle birleşmesidir.
Bu formül Lacan’ın kusursuz “dıştanlık” terimiyle ifade
ettiği boyuta tekabül eder. Psikanalitik özne ve nesne
kavramlarının anahtarını da içerebilen bu boyutun psikanalitik
keşif açısından önemi büyüktür.1
Önce
çok basit bir örneği inceleyelim, “sevgi bileşimleri”
denebilecek paradoksal türden bir sosyal zorunluluğa bakalım, anne
babanızı sevin, ailenizi sevin, evinizi, ana vatanınızı,
ülkenizi, ulusunuzu, kapı komşunuzu sevin. Paradoks burada tabii
ki sevginin, nesnesiyle ilgili olarak aslında ortada bir seçeneğin
olmadığı durumda buyruluyor olmasıdır; kimsenin anne babasını
veya ana vatanını vb. seçme şansı olmadığı aşikardır.
Kişinin doğuştan gelen zorunsuz koşulları, buyrulan sevgi
nesnesine dönüşür; kaçınılmaz olan ve seçme şansı vermeyen,
etik olarak onaylanmaktadır. Verili olan, sözde seçim ve kişinin
içsel rızasının nesnesi olarak açıkça ifade edilmeden kabul
edilir. Kişi hiçbir zaman böyle bir seçimde bulunmamıştır ya
da daha ziyade seçim “hep çoktan” yapılmıştır. Ortada bir
seçme varsa o da zorunludur, karar önceden verilmiştir. Bu
bileşimler aslında verili olanı muhafaza edip yalnızca yeni
biçimler alır ancak bu salt biçimsel fark, özseldir: doğal
bağlantılar doğal olarak çözülür ama birbirlerine gösterme
[signifying] bağları olarak bağlanmışlardır. Özne, doğal
bağlarından yalnızca gösteren zincirine bağlanarak
özgürleşebilir (yaygın nötr “gösterme zinciri” belki de
düşündüğümüz kadar masum değildir).
Bu
genel süreci, özneleştirmenin üçlü aracı olarak
düşünebilirsiniz; burada, üç şey eşzamanlı olarak
gerçekleşir: ilki, zorunsuz dışsallıktan içsel kabulün
nesnesine geçiş; ikincisi içeriğin aynı kaldığı ve öznenin
konumunda ufak bir kaymanın yaşandığı salt biçimsel değişme;
üçüncüsü, kişiye “özgür seçim” şansı verilmemiş olsa
da verinin, kişinin seçimiymiş gibi sunulduğu zoraki seçimdir.
Zoraki seçim salt bir seçme yoksunluğu değildir: seçim aynı
jestle sunulup reddedilir ancak bu boş jest öznellik için önemli
olandır.
Zoraki
seçimin en ünlü formüllerinden biri Lacan tarafından, The
Four Fundamental Concepts of Psycho-Analysis
[Psikanalizin Dört Temel Kavramı] (Lacan 1979, 212) seminerinde
yapılmıştır. Lacan “ya paran ya hayatın” ("La bourse ou
la vie") seçimiyle sunduğu oldukça etkili bir örneğe
başvurur. Ciddiye alındığı takdirde bu seçimin kendine özgü
yanı ortada aslında bir seçim olmamasıdır: kişi yalnızca
hayatını tercih edip dolayısıyla yalnızca parayı kaybedebilir;
parayı seçmesi ikisini de kaybetmesi anlamına gelir. Kişinin
seçmek için bir alternatifi vardır ve bu bile kısıtlıdır
(parasız bir hayat) ancak diğer alternatif boştur (hayatsız
para). Her durumda kişi ikisinin kesişimini kaybeder (parasız
hayat); bu durum Lacan’ın tutkunu olduğu kesişen iki daire
şemasıyla basit bir şekilde açıklanabilir (Lacan 1979, 211-12).
Bu
modelin biçimsel yönünü, özneleştirme deseni olarak
kullanabiliriz: kişiye, önceden kararlanmış bir seçim sunulur ve
ardından kişi seçim yaparak bir kayıp yaşar. Kabaca ifade
edersek özne, toplumsala eklemlenmesinde bir seçimin ama zoraki bir
seçime ve bir kayba tabidir. Bu deneyim oldukça genel bir
deneyimdir; karanlık, ıssız arka sokaklarla sınırlı değildir.
Bu zoraki seçim mekanizması her çeşit sevgi2
biçimine ilişiktir. Sadeleştirirsek, kişi sevgiyi seçmeye
zorlanır ve dolayısıyla seçme özgürlüğünden vazgeçer ama
seçme özgürlüğünü seçtiğinde ikisini de kaybeder. 3
"Anne babanı sev"in,"ya paran ya hayatın"a
yaklaştığı bir açı vardır.
Herkesin
toplumsal bir varlık olma adına deneyimlediği en basit ve en
yaygın örnekten başladım. Ancak en vurgulu ve gözde halinde
sevgi yani geleneksel olarak bir erkek ve bir kadın arasındaki
kutsanan "erotik" sevgi tam da bu aygıtı içerir. Bir
özgür seçim özerkliği olması gerekiyormuş gibi gelebilir;
gerçekten de seçme özgürlüğü olmaksızın sevgiden söz
edilemez (örneğin yakın tarihe kadar yapıldığı gibi seçim
anne baba tarafından yapılmış olabilir). Yine de sevgiyle ilgili
yüzyıllardan beri gelen kalıntılara daha yakından ya da daha
yüzeyden bakarsak sevgi ve öznenin özerkliğinin birbirini iptal
ettiği açıkça görünür. Bütün melodramlar düzenin şu
şekilde ilerlemesi gerektiğini çok iyi bilir: Genç bir kahraman,
tesadüfen
ve
gayret
göstermeksizin
genç bir kadınla, az çok sıradışı koşullar altında tanışır.
Kasıtsız ve tamamen şans eseri gerçekleşen, ikinci evrede
erkeğin en içten ve ezelden beri orada olan istek ve arzularını
farketmesidir. Zorunsuz, mucizevi bir şekilde erkeğin en derin
gerçeğinin mekanına, Öteki tarafından tayin edilen kader
göstergesine dönüşür. Seçilen Ötekidir, güçsüz olan genç
erkek değil (üçüncü evrede seçimsizliğinin, anne babasının
veya toplumun itirazı, entrikalar, kör talih, hastalık vb gibi
çeşitli olası kombinasyonlar oluşturan sonuçlarıyla kahramanca
yüzleşecek olan da bu genç erkektir). Salt şansın aslında hiç
de şans olmadığı ortaya çıkar: öngörülemeyenin araya girmesi
zorunluluğa, tyche
[şans
tanrıçası] ise automaton’a
[makine] döner. Öznelleştirme anı tam da kendini Gerçeğin salt
zorunsuzluğuyla kendini ifşa eden Ötekine (artık kader, takdiri
ilahi, Tanrı buyruğu, alın yazısı ne derseniz) karşı
öznelliğin ertelendiği andır. Sık sık sevginin tuhaf gücünün
diğer görüşleri geçersiz kıldığı; kayıp ve kazançlar
üzerinde düşünmeye, belli bir seçeneğin avantajlarına
meyletmeye izin vermediği, Ötekine kayıtsız şartsız teslimiyet
gerektirdiği söylenir. Bütün melodramlar, kişinin belli bir
seçimin hayatiyetiyle ilgili usavurmayı kestiği, avantaj ve
dezavantajlarını hesaplamaya başladığı anda felakete
sürüklenmeye başladığını da çok iyi bilir. Kişi kayıtsız
şartsız kaderine teslim olmazsa kader ergeç intikamını
alacaktır. 4
Durum
bariz bir şekilde çelişkilidir çünkü aynı anda hem otonom bir
seçim özgürlüğü hem de bunun baskılanması ön koşuluna
dayanır. Bu çelişki yalnızca tuhaf bir
post festum
[iş işten geçtikten sonra] mantıkla çözülebilir: genç erkek,
seçme özgürlüğünden bağımsız, seçimin çoktan yapılmış
olduğunu farkederek seçim yapabilir; yalnızca kaçınılmazı
kendi içsel özü gibi kabul ederek Ötekinin kararını onaylayıp
pekiştirebilir. Başka bir diyişle buradaki seçim geriye dönük
bir kategori olarak anlaşılmalıdır: bu her zaman geçmiş
zamandadır ancak hiçbir
zaman şimdi olmayan bir tür geçmiş zamandır.
Seçim anı hiçbir zaman tam olarak tayin edilemez, bilinçli ve
özerk bir kararın varlığıyla saptanamaz, doğrudan ve derhal
“henüz değil”den “hep çoktan”a geçer. Kendi doğası
gereği geçmiştir. Aşık olmak zorunluluğa teslim olmak anlamına
gelir; Gerçek, diyebiliriz, konuşmaya başladığı anda opaklığı
saydamlığa dönüşür, anlamsız gösterge en yüce anlamın
simgesi olur ve özne olgunun ardından onun farkındalığına
indirgenir. Bu an, o yüce aşk mucizesinin anıdır.
Gözleri
Buluştu
İlk
karşılaşma, “ilk bakış” miti kadar dirençli bir varlık
gösteren başka bir mit daha neredeyse yoktur. Bilinen ilk
efsanelerden, dünya edebiyatına, oradan sinemadaki modern
versiyonlarına kadar bütün anlatılarda mevcuttur. Milenyumları
aşmış, kültürler arasındaki tüm sınırları atlatmış, hem
“elit” kültürün en büyük başarılarında hem de popüler
kültür ve eğlence sektörünün en düşük formlarına nüfuz
etmiştir. Özü dikkate değer şekilde aynı kalmıştır, tıpatıp
aynı hikayenin yarı mekanik tekrarıdır: şans eseri karşılaşma
mucizevi sonuçlara gebedir; zorunsuzluğu, varlıklarının özü,
kaderlerini tayin eden eşsiz bir güce sahip bir şey sayan özneleri
tamamen dönüştürme gücüne sahip temel an olur.
En
yükseğinden en düşüğüne dünya edebiyatı ve sinemasındaki
tam aşık olma anlarının bir kataloğunu yapmanın cazibesini
düşünün. Aslında böyle bir katalog en azından Fransız
edebiyatı için yapıldı. Jean Rousset (1984) bu önemli
çalışmasında “romanda ilk bakış sahneleri”nin (kitabın
adıyla bizim “Gözleri Buluştu” altbaşlığı arasındaki
benzerliğe dikkat ediniz) kapsamlı bir fenomenolojisini ortaya
koydu. Şüphesiz en büyük aşk romanlarından biri olan
Flaubert’in Duygusal
Eğitim’inden
aldığım bu sade, “Gözleri Buluştu” başlığı binlerce
başka örnekten de alınmış olabilirdi. Bu başlık bakışı,
bakışa mukabeleyi, temel karşılaşma mitinin en kritik anı
olarak somutlaştırır. Bu bir farkındalık anıdır: kişi,
zamanın başından beri “hep çoktan” orada olanı farkeder ve
önceki tüm varoluş, geriye yönelik şekilde tam bu ana
yönlendiriyormuş anlamı elde eder (Örnekleri rastgele seçtim,
sayısız başka örnek bulunabilir):
Astrolojiyi
keşfedenler kuşkusuz aşıklardı. Böylesi sonsuz bir şeyin
bağlamı, kaynağı ve teminatı olarak büyük yıldız
kümelerinden daha geniş ve istikrarlısı düşünülemezdi. Bütün
yaşamımın bu ana varmaya yazgılı olduğunun artık farkındayım.
Onun bütün yaşamı bu ana geliyordu, oyun oynarken, ders
kitaplarını okurken, büyüyüp aynada göğüslerine bakarken. Bu
çarpışma kaderde varmış. Ancak bu şimdi olmadı, evren
yaratılırken, dünya ve gökyüzü toz halindeyken oldu. Tanrı
“Işık olsun” dediğinde bu aşk yaratıldı. Geçmişi yoktu.
(Murdoch 1975, 206)
Ani
farkındalık, ilk
seferin çoktan tekrar olduğu,
kişinin halihazırda bilineni farkettiği anlamına gelir. Kendi
öntarihini yarattığı kadar temeldir de, “ilk” an zaten orada
olanın ama o anla birlikte geriye dönük yaratılanın “yeniden
üretimi”dir çünkü “yeniden üretim”den önce orada değildi.
Kişi sevdiğini ilk kez gördüğünde onu halihazırda tanıdığını
farkeder:
Sieglinde:
Zihnimde bir mucize kımıldıyor:
sadece bugün gelmiş
olsan da
yüzünü daha önce
görmüştüm!
Siegmund:
Rüyanı biliyorum
ben de öyle
hissediyorum
arzu dolu bir
hasretle
sen de benim
rüyamdaydın! (Wagner 1977,92)5
Karşılaşma,
kendi öntarihini yaratması bir yana geleceğini de kurar: öznenin
yaşamı bütünüyle yeni bir şekle bürünüp yeni bir güzergah
edinir; her ayrıntısının yeni bir ışıkla değişime uğradığı
tüm varlığı ani bir dönüşüm yaşar. Yaşam artık geçen o
anın içindeki rastlantıda ortaya çıkana duyulan sadakat
tarafından yönetilecektir. Bir anın kısalığı (ve bu, bir yasa
olarak kısa ve ani bir an olmalıdır) ile hem geçmişi hem de
geleceği köklü olarak dönüştürerek sonsuzluğu amaçlayan
belirleyici niteliği arasında paradigmatik bir zıtlık vardır.
Bu
anın kuşkusuz çok çeşitli kipleri vardır. İki yabancının
mutlu karşılaşması, yol gösterici gibi görünmesine karşın
yalnızca mitin aşırı halidir. Kişi uzun zamandır tanıdığı
biriyle ilgili olarak da bu bu apansız farkındalığı yaşayabilir.
İlk bakışta karşılıklı hoşlanmama da mümkündür, bu durum
geriye yönelik bir farkındalığa dönüşebilir (örneğin Gurur
ve Önyargı’daki
gibi). Tek taraflı bir mucize olabilir, karşılıksız aşkın
ızdırabı yaşanabilir. Ancak “Gözleri buluştu” yine de bir
paradigmadır: karşılıklı bir bakış vardır, Gerçek,
bakışa mukabele eder,
öbür kişi karşılık vermese de hatta bundan etkilenmemiş olsa
da hatta farkında bile olmasa da. Zorunsuz kaderin anlam yoksunluğu,
olayların o gelişigüzel sıralanışı, Lacan’ın
objet a
dediği önemli Lacancı çağrışımla o an içinde birden bakışla
tamamlanır. Kişi bir kez olsun bakmak yerine görmüştür. Kişi
bir kez olsun kör olmayı bırakmıştır, bakışa mukebele
edilmiştir. Yoksa sevgiyi körlükle, önceki halinden daha kökten
bir körlükle bağdaştıran sağduyunun anladığı haliyle kişi
yalnızca körlük pahasına mı görür? Bakış gelip bu anlamsız
talihin anlam yoksunluğunu tamamlıyorsa ayrıca onu tamamlayarak da
yaratıyordur çünkü kişi yalnızca geriye dönüp bakarsa bu
yoksunluğu görür ve tamamlanmak ancak bir yoksunluğun yazgısında
olabilir. Hayat önceden “boş”tu ama şimdi tamamlandı.
Sevginin
ortaya çıkışının temelinde yatan bu zorunsuzluk dikkate değer
biçimde bakışla hizalanır. Kanıt ağırdır, kaderin ağları
bakışla örülüyor gibidir. Bazı nadir örneklerde sese (başka
bir Lacancı nesne) sapar: Savaş
ve Barış’taki
Kont Andrei ve Natasha’nın ilk karşılaşmasındaki gibi
karanlıkta duyulan birkaç cümle; Balzac’ın L’Enfant
Maudit’indeki
gibi geceleyin şarkı söyleyen bir sesle karşılık vermek; ama
ses her zaman karşılıklı bakışmanın hazırlık safhası,
delaleti gibidir. Bu karşılıklı bakışmanın her tür tuhaf
formu alabildiğini kesinkes gösterebiliriz: bir portreye aşık
olmak (örneğin “Sihirli Flüt”), peçeli bir yabancıya aşık
olmak vb. En özel çağdaş örneklerden birisi Salman Rushdie’nin
Geceyarısı
Çocukları’nda
geçer, Hintli genç bir doktor genç bir kadın hastasını yalnızca
çarşaftaki bir delikten muayene edebilir, her seferinde vücudunun
bir parçasını. Ve bu onların birbirlerine delicesine aşık
olmalarına yeter. Kız, doktorun dönüp onu muayene edebilmesi
için sürekli yeni hastalık ve semptomlar uydurur. En basit
semptomlardan birini, baş ağrısını uydurduğunda “Gözleri
buluşur”, bu tam üç yıl almıştır. Ancak gözler buluşmadan
çok önce bakışa mukebele edilmiştir; delikli çarşaf tam da
Lacan’ın “fantezi penceresi”ni çerçevelemektedir. Mukabil
bakışın sunumu kaderin gerçekleşmesi statüsünü edinen her tür
zorunsuz nesne veya koşulla ikame edilebilir. Eften püften
ayrıntılar bakışa mukabele etmek üzere dönüşüme uğrarlar.
Dolayısıyla
dışsal zorunsuzluk sonunda bakışa indirgenip bakışla somutlaşan
kaypak nesnedir, karşılaşmanın kurucu sahnesinde herhangi bir şey
olarak ortaya çıkan ve ne olursa olsun önce kaypak olan nesne:
kişinin, benliğini üzerinde kurduğu, sayesinde hayatını idame
ettireceği yetkili ve yönetici varlığının dayandığı, bütün
tehditlere karşı kişinin sadık desteği olan olumsallığın
sağlam kayası olarak doğar. Bu yüzden Lacan sevginin her zaman
iade edildiğini söyleyebilmiştir.
1"
*I Shall Be with You on Your Wedding-Night': Lacan and the Uncanny,"
Ekim 58 (Güz 1991) ve "Beyond Interpellation," Quiparle
6, no. 2 (İlkbahar/Yaz 1993) yazılarıma sıkça gönderide
bulunuyorum.
2“Kaprisleri
olmasına rağmen dilin kullanımı bir tür gerçekliğe sadık
kalır. Dil, bizim de teorik olarak sevgi olarak sınıflandırdığımız
çok sayıda duygusal türden ilişkiyi ‘sevgi’ olarak
adlandırır ama yine de bu sevginin gerçek, hakiki ve fiilen sevgi
olup olmadığı şüphesini uyandırıp sevgi fenomeni kapsamındaki
bütün olasılıkları anıştırır. Kendi gözlemlerimizden de
aynı keşfi yapmakta güçlük çekmeyiz” (Freud, Pelican Freud
Library, vol. 12,141).
3
Psikozun, imkansız seçme özgürlüğünü ortaya çıkardığı
söylenebilir. J.A. Miller’ın (yayımlanan semineri "Extimite"’de
1985-86) verdiği bir örnekte psikozlu bir hasta “Belli bir yaşa
gelince bazı insanlar bana gösterilip onların anne ve babam
olduğu söylendi” diyebilir. Bu ifadenin tuhaflığı dışsal
bakış açısından kaynaklanıyor çünkü hepimiz bize anne
babamızın kim olduğu söylendiği, anne baba oluşun sözel bir
ileti, bir tanıklık, bir anlatı ve inanış olduğu
pozisyondayızdır. Ancak bir psikoz hastası özne bu gerçeğe
“nesnel” mesafesini, kuşkulanma ve seçme özgürlüğünü
koruyup dolayısıyla bazı “temel gösteren”lerin (Lacan buna
“Baba Adına” der) kişi tarafından seçilmediğini,
“engellendiğini” gösterir. Böylece kişi genel olarak
sembolikle dışsal bir ilişki yürütülebilir. Ancak bu seçme
özgürlüğünün bedeli öznelliğin kaybıdır.
4
Sevgiyle ilgili kararın hiçbir zaman öznenin kendisi tarafından
özgürce ve otonom şekilde alınamayacağı noktası Somerset
Maugham'ın "A Marriage of Convenience" [Münasip Bir
Evlilik] adlı hikayesinde çok eğlenceli bir şekilde işlenir:
Uygun niteliklere sahip bir bekarın evlilik ilanına binlerce
mektup gelir. Zavallı adamın nihai bir seçim yapması
imkansızdır, sonunda karar vermek için başka bir yönteme
başvurmak zorunda kalır; kader tarafından verilmiş bir kararmış
gibi yaparak münasip bir evlilik yapar.
5Daha
sıradan bir örnek için Disney’in Uyuyan Güzel şarkısına
bakılabilir: “Seni tanıyorum, seninle bir rüyada yürümüştüm/
Seni tanıyorum gözlerindeki parlaklık çok tanıdık bir
parlaklık…”
Kaynak: Gaze and Voice as Love Objects
Editörler, Renata Salecl ve Slavoj Zizek
0 yorum:
Yorum Gönder