21 Nisan 2020 Salı

İlk Bakışta



Mladen Dolar


Çeviren: Suzan Sarı

Sevgi paradoksu belki de en iyi şu terimlerle formüle edilebilir: aşk, zorunsuz bir dışsallığın en samimi içsellikle birleşmesidir. Bu formül Lacan’ın kusursuz “dıştanlık” terimiyle ifade ettiği boyuta tekabül eder. Psikanalitik özne ve nesne kavramlarının anahtarını da içerebilen bu boyutun psikanalitik keşif açısından önemi büyüktür.1

Önce çok basit bir örneği inceleyelim, “sevgi bileşimleri” denebilecek paradoksal türden bir sosyal zorunluluğa bakalım, anne babanızı sevin, ailenizi sevin, evinizi, ana vatanınızı, ülkenizi, ulusunuzu, kapı komşunuzu sevin. Paradoks burada tabii ki sevginin, nesnesiyle ilgili olarak aslında ortada bir seçeneğin olmadığı durumda buyruluyor olmasıdır; kimsenin anne babasını veya ana vatanını vb. seçme şansı olmadığı aşikardır. Kişinin doğuştan gelen zorunsuz koşulları, buyrulan sevgi nesnesine dönüşür; kaçınılmaz olan ve seçme şansı vermeyen, etik olarak onaylanmaktadır. Verili olan, sözde seçim ve kişinin içsel rızasının nesnesi olarak açıkça ifade edilmeden kabul edilir. Kişi hiçbir zaman böyle bir seçimde bulunmamıştır ya da daha ziyade seçim “hep çoktan” yapılmıştır. Ortada bir seçme varsa o da zorunludur, karar önceden verilmiştir. Bu bileşimler aslında verili olanı muhafaza edip yalnızca yeni biçimler alır ancak bu salt biçimsel fark, özseldir: doğal bağlantılar doğal olarak çözülür ama birbirlerine gösterme [signifying] bağları olarak bağlanmışlardır. Özne, doğal bağlarından yalnızca gösteren zincirine bağlanarak özgürleşebilir (yaygın nötr “gösterme zinciri” belki de düşündüğümüz kadar masum değildir).

Bu genel süreci, özneleştirmenin üçlü aracı olarak düşünebilirsiniz; burada, üç şey eşzamanlı olarak gerçekleşir: ilki, zorunsuz dışsallıktan içsel kabulün nesnesine geçiş; ikincisi içeriğin aynı kaldığı ve öznenin konumunda ufak bir kaymanın yaşandığı salt biçimsel değişme; üçüncüsü, kişiye “özgür seçim” şansı verilmemiş olsa da verinin, kişinin seçimiymiş gibi sunulduğu zoraki seçimdir. Zoraki seçim salt bir seçme yoksunluğu değildir: seçim aynı jestle sunulup reddedilir ancak bu boş jest öznellik için önemli olandır.

Zoraki seçimin en ünlü formüllerinden biri Lacan tarafından, The Four Fundamental Concepts of Psycho-Analysis [Psikanalizin Dört Temel Kavramı] (Lacan 1979, 212) seminerinde yapılmıştır. Lacan “ya paran ya hayatın” ("La bourse ou la vie") seçimiyle sunduğu oldukça etkili bir örneğe başvurur. Ciddiye alındığı takdirde bu seçimin kendine özgü yanı ortada aslında bir seçim olmamasıdır: kişi yalnızca hayatını tercih edip dolayısıyla yalnızca parayı kaybedebilir; parayı seçmesi ikisini de kaybetmesi anlamına gelir. Kişinin seçmek için bir alternatifi vardır ve bu bile kısıtlıdır (parasız bir hayat) ancak diğer alternatif boştur (hayatsız para). Her durumda kişi ikisinin kesişimini kaybeder (parasız hayat); bu durum Lacan’ın tutkunu olduğu kesişen iki daire şemasıyla basit bir şekilde açıklanabilir (Lacan 1979, 211-12).

Bu modelin biçimsel yönünü, özneleştirme deseni olarak kullanabiliriz: kişiye, önceden kararlanmış bir seçim sunulur ve ardından kişi seçim yaparak bir kayıp yaşar. Kabaca ifade edersek özne, toplumsala eklemlenmesinde bir seçimin ama zoraki bir seçime ve bir kayba tabidir. Bu deneyim oldukça genel bir deneyimdir; karanlık, ıssız arka sokaklarla sınırlı değildir. Bu zoraki seçim mekanizması her çeşit sevgi2 biçimine ilişiktir. Sadeleştirirsek, kişi sevgiyi seçmeye zorlanır ve dolayısıyla seçme özgürlüğünden vazgeçer ama seçme özgürlüğünü seçtiğinde ikisini de kaybeder. 3 "Anne babanı sev"in,"ya paran ya hayatın"a yaklaştığı bir açı vardır.

Herkesin toplumsal bir varlık olma adına deneyimlediği en basit ve en yaygın örnekten başladım. Ancak en vurgulu ve gözde halinde sevgi yani geleneksel olarak bir erkek ve bir kadın arasındaki kutsanan "erotik" sevgi tam da bu aygıtı içerir. Bir özgür seçim özerkliği olması gerekiyormuş gibi gelebilir; gerçekten de seçme özgürlüğü olmaksızın sevgiden söz edilemez (örneğin yakın tarihe kadar yapıldığı gibi seçim anne baba tarafından yapılmış olabilir). Yine de sevgiyle ilgili yüzyıllardan beri gelen kalıntılara daha yakından ya da daha yüzeyden bakarsak sevgi ve öznenin özerkliğinin birbirini iptal ettiği açıkça görünür. Bütün melodramlar düzenin şu şekilde ilerlemesi gerektiğini çok iyi bilir: Genç bir kahraman, tesadüfen ve gayret göstermeksizin genç bir kadınla, az çok sıradışı koşullar altında tanışır. Kasıtsız ve tamamen şans eseri gerçekleşen, ikinci evrede erkeğin en içten ve ezelden beri orada olan istek ve arzularını farketmesidir. Zorunsuz, mucizevi bir şekilde erkeğin en derin gerçeğinin mekanına, Öteki tarafından tayin edilen kader göstergesine dönüşür. Seçilen Ötekidir, güçsüz olan genç erkek değil (üçüncü evrede seçimsizliğinin, anne babasının veya toplumun itirazı, entrikalar, kör talih, hastalık vb gibi çeşitli olası kombinasyonlar oluşturan sonuçlarıyla kahramanca yüzleşecek olan da bu genç erkektir). Salt şansın aslında hiç de şans olmadığı ortaya çıkar: öngörülemeyenin araya girmesi zorunluluğa, tyche [şans tanrıçası] ise automaton’a [makine] döner. Öznelleştirme anı tam da kendini Gerçeğin salt zorunsuzluğuyla kendini ifşa eden Ötekine (artık kader, takdiri ilahi, Tanrı buyruğu, alın yazısı ne derseniz) karşı öznelliğin ertelendiği andır. Sık sık sevginin tuhaf gücünün diğer görüşleri geçersiz kıldığı; kayıp ve kazançlar üzerinde düşünmeye, belli bir seçeneğin avantajlarına meyletmeye izin vermediği, Ötekine kayıtsız şartsız teslimiyet gerektirdiği söylenir. Bütün melodramlar, kişinin belli bir seçimin hayatiyetiyle ilgili usavurmayı kestiği, avantaj ve dezavantajlarını hesaplamaya başladığı anda felakete sürüklenmeye başladığını da çok iyi bilir. Kişi kayıtsız şartsız kaderine teslim olmazsa kader ergeç intikamını alacaktır. 4

Durum bariz bir şekilde çelişkilidir çünkü aynı anda hem otonom bir seçim özgürlüğü hem de bunun baskılanması ön koşuluna dayanır. Bu çelişki yalnızca tuhaf bir post festum [iş işten geçtikten sonra] mantıkla çözülebilir: genç erkek, seçme özgürlüğünden bağımsız, seçimin çoktan yapılmış olduğunu farkederek seçim yapabilir; yalnızca kaçınılmazı kendi içsel özü gibi kabul ederek Ötekinin kararını onaylayıp pekiştirebilir. Başka bir diyişle buradaki seçim geriye dönük bir kategori olarak anlaşılmalıdır: bu her zaman geçmiş zamandadır ancak hiçbir zaman şimdi olmayan bir tür geçmiş zamandır. Seçim anı hiçbir zaman tam olarak tayin edilemez, bilinçli ve özerk bir kararın varlığıyla saptanamaz, doğrudan ve derhal “henüz değil”den “hep çoktan”a geçer. Kendi doğası gereği geçmiştir. Aşık olmak zorunluluğa teslim olmak anlamına gelir; Gerçek, diyebiliriz, konuşmaya başladığı anda opaklığı saydamlığa dönüşür, anlamsız gösterge en yüce anlamın simgesi olur ve özne olgunun ardından onun farkındalığına indirgenir. Bu an, o yüce aşk mucizesinin anıdır.

Gözleri Buluştu

İlk karşılaşma, “ilk bakış” miti kadar dirençli bir varlık gösteren başka bir mit daha neredeyse yoktur. Bilinen ilk efsanelerden, dünya edebiyatına, oradan sinemadaki modern versiyonlarına kadar bütün anlatılarda mevcuttur. Milenyumları aşmış, kültürler arasındaki tüm sınırları atlatmış, hem “elit” kültürün en büyük başarılarında hem de popüler kültür ve eğlence sektörünün en düşük formlarına nüfuz etmiştir. Özü dikkate değer şekilde aynı kalmıştır, tıpatıp aynı hikayenin yarı mekanik tekrarıdır: şans eseri karşılaşma mucizevi sonuçlara gebedir; zorunsuzluğu, varlıklarının özü, kaderlerini tayin eden eşsiz bir güce sahip bir şey sayan özneleri tamamen dönüştürme gücüne sahip temel an olur.

En yükseğinden en düşüğüne dünya edebiyatı ve sinemasındaki tam aşık olma anlarının bir kataloğunu yapmanın cazibesini düşünün. Aslında böyle bir katalog en azından Fransız edebiyatı için yapıldı. Jean Rousset (1984) bu önemli çalışmasında “romanda ilk bakış sahneleri”nin (kitabın adıyla bizim “Gözleri Buluştu” altbaşlığı arasındaki benzerliğe dikkat ediniz) kapsamlı bir fenomenolojisini ortaya koydu. Şüphesiz en büyük aşk romanlarından biri olan Flaubert’in Duygusal Eğitim’inden aldığım bu sade, “Gözleri Buluştu” başlığı binlerce başka örnekten de alınmış olabilirdi. Bu başlık bakışı, bakışa mukabeleyi, temel karşılaşma mitinin en kritik anı olarak somutlaştırır. Bu bir farkındalık anıdır: kişi, zamanın başından beri “hep çoktan” orada olanı farkeder ve önceki tüm varoluş, geriye yönelik şekilde tam bu ana yönlendiriyormuş anlamı elde eder (Örnekleri rastgele seçtim, sayısız başka örnek bulunabilir):

Astrolojiyi keşfedenler kuşkusuz aşıklardı. Böylesi sonsuz bir şeyin bağlamı, kaynağı ve teminatı olarak büyük yıldız kümelerinden daha geniş ve istikrarlısı düşünülemezdi. Bütün yaşamımın bu ana varmaya yazgılı olduğunun artık farkındayım. Onun bütün yaşamı bu ana geliyordu, oyun oynarken, ders kitaplarını okurken, büyüyüp aynada göğüslerine bakarken. Bu çarpışma kaderde varmış. Ancak bu şimdi olmadı, evren yaratılırken, dünya ve gökyüzü toz halindeyken oldu. Tanrı “Işık olsun” dediğinde bu aşk yaratıldı. Geçmişi yoktu. (Murdoch 1975, 206)

Ani farkındalık, ilk seferin çoktan tekrar olduğu, kişinin halihazırda bilineni farkettiği anlamına gelir. Kendi öntarihini yarattığı kadar temeldir de, “ilk” an zaten orada olanın ama o anla birlikte geriye dönük yaratılanın “yeniden üretimi”dir çünkü “yeniden üretim”den önce orada değildi. Kişi sevdiğini ilk kez gördüğünde onu halihazırda tanıdığını farkeder:

Sieglinde: Zihnimde bir mucize kımıldıyor:
sadece bugün gelmiş olsan da
yüzünü daha önce görmüştüm!
Siegmund: Rüyanı biliyorum
ben de öyle hissediyorum
arzu dolu bir hasretle
sen de benim rüyamdaydın! (Wagner 1977,92)5

Karşılaşma, kendi öntarihini yaratması bir yana geleceğini de kurar: öznenin yaşamı bütünüyle yeni bir şekle bürünüp yeni bir güzergah edinir; her ayrıntısının yeni bir ışıkla değişime uğradığı tüm varlığı ani bir dönüşüm yaşar. Yaşam artık geçen o anın içindeki rastlantıda ortaya çıkana duyulan sadakat tarafından yönetilecektir. Bir anın kısalığı (ve bu, bir yasa olarak kısa ve ani bir an olmalıdır) ile hem geçmişi hem de geleceği köklü olarak dönüştürerek sonsuzluğu amaçlayan belirleyici niteliği arasında paradigmatik bir zıtlık vardır.

Bu anın kuşkusuz çok çeşitli kipleri vardır. İki yabancının mutlu karşılaşması, yol gösterici gibi görünmesine karşın yalnızca mitin aşırı halidir. Kişi uzun zamandır tanıdığı biriyle ilgili olarak da bu bu apansız farkındalığı yaşayabilir. İlk bakışta karşılıklı hoşlanmama da mümkündür, bu durum geriye yönelik bir farkındalığa dönüşebilir (örneğin Gurur ve Önyargı’daki gibi). Tek taraflı bir mucize olabilir, karşılıksız aşkın ızdırabı yaşanabilir. Ancak “Gözleri buluştu” yine de bir paradigmadır: karşılıklı bir bakış vardır, Gerçek, bakışa mukabele eder, öbür kişi karşılık vermese de hatta bundan etkilenmemiş olsa da hatta farkında bile olmasa da. Zorunsuz kaderin anlam yoksunluğu, olayların o gelişigüzel sıralanışı, Lacan’ın objet a dediği önemli Lacancı çağrışımla o an içinde birden bakışla tamamlanır. Kişi bir kez olsun bakmak yerine görmüştür. Kişi bir kez olsun kör olmayı bırakmıştır, bakışa mukebele edilmiştir. Yoksa sevgiyi körlükle, önceki halinden daha kökten bir körlükle bağdaştıran sağduyunun anladığı haliyle kişi yalnızca körlük pahasına mı görür? Bakış gelip bu anlamsız talihin anlam yoksunluğunu tamamlıyorsa ayrıca onu tamamlayarak da yaratıyordur çünkü kişi yalnızca geriye dönüp bakarsa bu yoksunluğu görür ve tamamlanmak ancak bir yoksunluğun yazgısında olabilir. Hayat önceden “boş”tu ama şimdi tamamlandı.

Sevginin ortaya çıkışının temelinde yatan bu zorunsuzluk dikkate değer biçimde bakışla hizalanır. Kanıt ağırdır, kaderin ağları bakışla örülüyor gibidir. Bazı nadir örneklerde sese (başka bir Lacancı nesne) sapar: Savaş ve Barış’taki Kont Andrei ve Natasha’nın ilk karşılaşmasındaki gibi karanlıkta duyulan birkaç cümle; Balzac’ın L’Enfant Maudit’indeki gibi geceleyin şarkı söyleyen bir sesle karşılık vermek; ama ses her zaman karşılıklı bakışmanın hazırlık safhası, delaleti gibidir. Bu karşılıklı bakışmanın her tür tuhaf formu alabildiğini kesinkes gösterebiliriz: bir portreye aşık olmak (örneğin “Sihirli Flüt”), peçeli bir yabancıya aşık olmak vb. En özel çağdaş örneklerden birisi Salman Rushdie’nin Geceyarısı Çocukları’nda geçer, Hintli genç bir doktor genç bir kadın hastasını yalnızca çarşaftaki bir delikten muayene edebilir, her seferinde vücudunun bir parçasını. Ve bu onların birbirlerine delicesine aşık olmalarına yeter. Kız, doktorun dönüp onu muayene edebilmesi için sürekli yeni hastalık ve semptomlar uydurur. En basit semptomlardan birini, baş ağrısını uydurduğunda “Gözleri buluşur”, bu tam üç yıl almıştır. Ancak gözler buluşmadan çok önce bakışa mukebele edilmiştir; delikli çarşaf tam da Lacan’ın “fantezi penceresi”ni çerçevelemektedir. Mukabil bakışın sunumu kaderin gerçekleşmesi statüsünü edinen her tür zorunsuz nesne veya koşulla ikame edilebilir. Eften püften ayrıntılar bakışa mukabele etmek üzere dönüşüme uğrarlar.

Dolayısıyla dışsal zorunsuzluk sonunda bakışa indirgenip bakışla somutlaşan kaypak nesnedir, karşılaşmanın kurucu sahnesinde herhangi bir şey olarak ortaya çıkan ve ne olursa olsun önce kaypak olan nesne: kişinin, benliğini üzerinde kurduğu, sayesinde hayatını idame ettireceği yetkili ve yönetici varlığının dayandığı, bütün tehditlere karşı kişinin sadık desteği olan olumsallığın sağlam kayası olarak doğar. Bu yüzden Lacan sevginin her zaman iade edildiğini söyleyebilmiştir.
1" *I Shall Be with You on Your Wedding-Night': Lacan and the Uncanny," Ekim 58 (Güz 1991) ve "Beyond Interpellation," Quiparle 6, no. 2 (İlkbahar/Yaz 1993) yazılarıma sıkça gönderide bulunuyorum.
2“Kaprisleri olmasına rağmen dilin kullanımı bir tür gerçekliğe sadık kalır. Dil, bizim de teorik olarak sevgi olarak sınıflandırdığımız çok sayıda duygusal türden ilişkiyi ‘sevgi’ olarak adlandırır ama yine de bu sevginin gerçek, hakiki ve fiilen sevgi olup olmadığı şüphesini uyandırıp sevgi fenomeni kapsamındaki bütün olasılıkları anıştırır. Kendi gözlemlerimizden de aynı keşfi yapmakta güçlük çekmeyiz” (Freud, Pelican Freud Library, vol. 12,141).
3 Psikozun, imkansız seçme özgürlüğünü ortaya çıkardığı söylenebilir. J.A. Miller’ın (yayımlanan semineri "Extimite"’de 1985-86) verdiği bir örnekte psikozlu bir hasta “Belli bir yaşa gelince bazı insanlar bana gösterilip onların anne ve babam olduğu söylendi” diyebilir. Bu ifadenin tuhaflığı dışsal bakış açısından kaynaklanıyor çünkü hepimiz bize anne babamızın kim olduğu söylendiği, anne baba oluşun sözel bir ileti, bir tanıklık, bir anlatı ve inanış olduğu pozisyondayızdır. Ancak bir psikoz hastası özne bu gerçeğe “nesnel” mesafesini, kuşkulanma ve seçme özgürlüğünü koruyup dolayısıyla bazı “temel gösteren”lerin (Lacan buna “Baba Adına” der) kişi tarafından seçilmediğini, “engellendiğini” gösterir. Böylece kişi genel olarak sembolikle dışsal bir ilişki yürütülebilir. Ancak bu seçme özgürlüğünün bedeli öznelliğin kaybıdır.
4 Sevgiyle ilgili kararın hiçbir zaman öznenin kendisi tarafından özgürce ve otonom şekilde alınamayacağı noktası Somerset Maugham'ın "A Marriage of Convenience" [Münasip Bir Evlilik] adlı hikayesinde çok eğlenceli bir şekilde işlenir: Uygun niteliklere sahip bir bekarın evlilik ilanına binlerce mektup gelir. Zavallı adamın nihai bir seçim yapması imkansızdır, sonunda karar vermek için başka bir yönteme başvurmak zorunda kalır; kader tarafından verilmiş bir kararmış gibi yaparak münasip bir evlilik yapar.
5Daha sıradan bir örnek için Disney’in Uyuyan Güzel şarkısına bakılabilir: “Seni tanıyorum, seninle bir rüyada yürümüştüm/ Seni tanıyorum gözlerindeki parlaklık çok tanıdık bir parlaklık…”


Kaynak: Gaze and Voice as Love Objects

Editörler, Renata Salecl ve Slavoj Zizek

8 Nisan 2020 Çarşamba

Görü Metaforları


Stan Brakhage

Çeviren: Suzan Sarı
İnsan yapımı perspektif yasalarına uymayan bir göz canlandırın gözünüzde, kompoziyon mantığından bağımsız bir göz, her şeyin ismine tepki vermeyen ama hayatımız boyu süren algı serüveniyle karşılaştığımız her bir nesnenin ismini bilen bir göz. “Yeşil”den bihaber, emekleyen bir bebeğe göre bir çayırda kaç renk vardır? Işık, eğitimsiz göze kaç gökkuşağı yaratabilir? Bu göz sıcaklık dalgalarının sapmalarının ne kadar farkında olabilir? Anlaşılmaz nesneler, sonsuz çeşidiyle parıldayan hareketler ve sayısız renk tonuyla capcanlı bir dünya hayal edin. “Önce söz vardı”dan önceki bir dünyayı hayal edin.
Görmek akılda tutmak, dikkatle bakmaktır. Görünürdeki tüm korkuları elemek, hedef bu olmalı. Bebeğin gözüne içkin olan görü bir kez verilmiştir, ki o göz masumiyetin kayboluşunu diğer bütün insan özelliklerine göre daha zarif yansıtır, bireyin ölüme doğru artan görme kaybıyla ilerleyişini yansıtır.
Ama insan geri gidemez, hayalinde bile. Masumiyetin kaybından sonra sadece nihai bilgi, yerinden oynayan mili dengeleyebilir. Yine de ben dile yabancı bir bilgi arayışı öneriyorum, görsel iletişime dayalı, kelimenin en orjinal ve derin anlamıyla algıdan bağımsız.
Görü Azizinin ve sanatçının yüksek bir görme, görü yeteneği olduğunu düşünün. Sözde halüsinasyonların algı diyarına girmesine izin verin, insanoğlunu, hızla kullanmaya hazır olmayan şeyler için her zaman küçümseyici bir terminoloji bulmasına imkan verenler de dahil; rüyalardaki görüleri kabul edin, ister gündüz düşleri ister gece rüyalarındaki, gerçek diyebileceğiniz sahneleri; gözkapaklarınızı bastırdığınızda ve gerçekten algıladığınız o hızla hareket eden soyutlukları kabul edin. Yalnızca üzerine odaklandığınız görsel fenomenlerden etkilenmediğinizin farkına varın ve bütün görsel etkilerin derinliklerini duymaya çalışın. Bebeklikten sonra zihin gözünün öldürülmesine gerek yok, bu dönemde görsel anlayışın gelişimi neredeyse evrensel olarak terkedilmiş olsa da.
Bu çağ, ölümün az ya da çok çürümüş bir kafatası ve kemikten başka sembolü olmayan bir çağdır... ve toptan imha korkusunun yaşandığı bir çağdır. Cinsel sterilliğin akıldan çıkmadığı ama her yıkıcı tecellinin kendi fallik doğasının neredeyse evrensel olarak algılanamadığı bir zaman bu. Bu çağ kendini soyut uzamda madden yansıtıp kendini mekanik olarak tamamlamanın yüzeysel yollarını arayan bir çağdır çünkü kendini görünürdeki neredeyse bütün dış gerçekliğe ve hatta kendi algılanabilirliğinin fiziksel hareket özelliklerinin organik farkındalığına kör etmiştir. Keşfedilen en eski mağara resimleri ilkel insanın, korkunun nesnesinin nesneleştirilmesi gerektiğini bizden daha iyi anlamış olduğunu gösterir. Tüm erotik büyü tarihi korku sahibi olmanın tarihidir. Nihai görselleştirme arayışı korkunun olduğu yerde nihai sevginin olamayacağı en derin insan anlayışından Tanrıya yönelmiştir. Ama çağımızda kaçımız kendi çocuklarımızı algılamaya çalışıyoruz?
Sanatçı çağlar boyu görü ve görselleştirme geleneğini sürdürdü. Günümüzde çok azı görsel algı sürecine en derin anlamıyla devam edip ilhamlarını sinematik deneyimlere dönüştürdü. Bunlar hareketli resim imgesiyle mümkün kılınan yeni bir dil yaratırlar. Kendilerinden önce korkunun en büyük ihtiyaçları belirlediği yerde yaratırlar. Doğum, seks, ölüm ve Tanrı arayışıyla ilgili derin endişeler taşır ve bunlarla imgesel olarak baş ederler.
Kaynak: Stan Brakhage, Metaphors of Vision






3 Nisan 2020 Cuma

Manet'nin Olympia’sı: Skandalın Temsili


Manet'nin Olympia’sı: Skandalın Temsili
Charles Bernheimer
Çeviren: Suzan Sarı


Kadına bakıyor, onu inceliyorum. Beyaz bir ten, kollar ve omuzlarından sırtı biraz görünüyor; güç bela yerinde duran omuz askıları koltuk altının bir kısmını kapatıyor; büyük güzel gözler, biraz yuvarlak; ucu düz, armut şeklinde bir burun, burnun büyük kanatları var; pudrayla bembeyaz olmuş bir yüzdeki büzülmemiş ağız, kırmızı rengiyle düz bir çizgi oluşturuyor. Burada bu beyazlıktan yararlanan ışığın karalttığı bütün kırışıklıklar; ağzın her iki yanındaki nala benzeyen derin iz çenenin altındaki derin yaş kırışıklığı ile kesişerek birleşiyor. Mesleki hayatı için hala genç olan bir fahişe görünümündeki bu figür yüz yaşında ve zaman zaman bir ceset resminin tarifsiz dehşetini yansıtıyor. Edmund ve Jules de Goncourt, Journal (I, 348)


1867’de, ünlü fahişe La Paiva’nın Champs Elysees’deki şatafatlı yeni konutuna davet edilen Goncourt kardeşler Paris’in en çok arzulanan kadınlarından birini böyle tarif ediyor. Sadistçe bakışları fahişenin bedenini, parçalardan oluşan soyut bir bileşimmiş gibi yeniden yaratarak ele geçiriyor. Tek tek özellikleri bile kendi içlerinde bölünüyor (beyaz yüzü boydan boya çizen kırmızı ağız, küt burun, çeneyi bölen derin kırışıklık). Bu profesyonel arzu dehasının tehditkar seksiliğinin potansiyeli yatıştırılır, parçalanır, gerçek-dışılaştırılır. Goncourt kardeşler kadının dehşetini, onu erkek tasarımcıların birleştirip parçalayacağı yüzeysel bir yapıya dönüştürerek hayali bir şekilde kontrol altına alır.

Goncourt’ların öldürücü bakışları yüzyıl ortası Fransa’sında sapkınlık sayılmaz. On dokuzuncu yüzyıl resminin en büyük skandal olan fahişe temsili, Manet’nin Olympia’sı ilk sergilendiğinde, 1865 salonlarının en ünlü eleştirmenleri tarafından benzer ölümcüllükte bir bakışla karşılandı. Örneğin Victor de Jankovitz (alıntılayan, Clark 1985: 288-89) şöyle yazmış: “[Olympia’nın] yüzündeki ifade erkenden yaşlanmış ve habis bir yüzün ifadesidir, bedeninin çürümüş renkleri bir morgun dehşetini andırıyor." Eleştirmen Geronte, Olympia'dan bahsederken şöyle der: “Mouffetard [Fahişelerin uğrak bir yeri] sokağından gelen bu Olympia, siyah kedili bir Hottentot Venus'ü gibi, yatağında bir morg sedyesindeymiş gibi çırılçıplak uzanmış, çoktan sarıhummadan ölüp çürüyüp dökülmeye başlamış.” Flaubert'in arkadaşı Paul de Saint-Victor’ın tarifi şöyle: “Bir morgdaki gibi kokuşmuş Olympia’nın önünde çıkan izdiham...”. A. J. Lorentz Olympia’yı “Bandajdan daracık bir elbise giyinmiş bir iskelet” olarak görür. Başka bir gazeteci, Felix Deriege’nin yargısı şöyle: “yüzü aptal, teni çürümüş” ve “insan formundan çıkmış”. Adının Ego olduğunu söyleyen bir eleştirmen de şöyle demiş: “Olympia kirli elleri olan, buruşuk ayaklı bir fahişe…morgda sergilenen bir cesetin ağır renginde”.1 T.J. Clark (1985) oldukça haklı bir şekilde Manet’nin eseriyle ilgili bu küçük düşürücü haberlerin Olympia’nın cinselliğiyle ilgili tasvirlerin yerinden edilmesi olduğunu belirtir ama bir yandan da sınıf konularını vurgulamayı seçerek bu yerinden etmenin psikanalitik gönderileri üzerindeki vurguyu hafifletir. Resimle ilgili okumamı T.J. Clark’ın The Painting of Modern Life’taki [Modern Hayatın Resmi] güçlü ve kışkırtıcı yorumlarıyla diyalog şeklinde sürdüreceğim. Clark’ın gözlemlerinde belirttiği bu yerinden etmelere hakim olan fetişizm sürecinin, resmin yarattığı beklenmedik sonuçlar açısından önemli olduğunu göstermeye çalışacağım. Olympia’nın skandal yaratan modernliğinin, patriyarkal toplumda kadının bir fetiş objesi olarak üretilmesindeki dinamiklerin, aynı anda etkinleşmesi ve ifşa edilmesinden kaynaklandığını düşünüyorum.

Skandal kelimesi, “tuzak, kapan, ayak bağı” anlamına gelen Yunanca skandalon kelimesinden gelir. 1865’te salondaki Olympia’ya bakanlar bu kışkırtıcı imgenin tuzağına düşmüş ve ellerinden yalnızca alaycı bir düşmanlık ve aşağılamayla tepki vermek gelebilirmiş gibi davranırlar. Gerçekten de burjuva toplum kendisine yapılan bu bariz hakaret karşılığında resmin erişilemeyecek bir yere asılması gerektiğini söyleyecek kadar alınmıştı. Clark’ın gösterdiği üzere profesyonel eleştirmenler bile Olympia’ya form, içerik, teknik, köken veya amaç bağlamlarında tutarlı veya zekice herhangi bir tepki dile getirememiştir.2 Eleştirmenler kamunun hakarete uğramış idraksızlığından fazla uzağa gidemediler. Gazeteciler, Goncourt’ların La Paiva’ya bakışındaki gibi fahişeyi iştahla çürüyen bir bedene, bir ceset resmine indirgediler. Söylemleri sansasyonel ve abartılı olabilir ancak noksanlık, olumsuzluk, yoksunluk ve çürüme üzerine yaptıkları vurgu, kökleşmiş bir kaygının bu ölümcül hayal ürünü üzerinden anında açığa çıkıp yine kendileri tarafınfan kontrol edildiğini ortaya koyuyor.


Geleneksel çıplaklık temsilleri kadını, erkek olduğu varsayılan bir izleyicinin hazzı için sahneye koyar. Kadının soyunmuş bedeni, erkek bakışına, onun hayal gücü deneyimine sunulan erotik bir nesne olarak görüldüğü müddetçe çıplaktır. Avrupa sanat geleneğinde bu sunuşun şartları erkek izleyiciyi şımartmaya ve cinsel baskınlık fantezisini uyarmaya yönelik uygulamalara tabidir. John Berger’in (1972: 56) gözlemindeki gibi “neredeyse bütün post-Rönesans Avrupa cinsel imgelemi ister düz anlamıyla isterse metoforik anlamıyla olsun öndendir çünkü cinsel kahraman, [resme] bakan izleyici-sahiptir.” Berger ayrıca, kadın bedenini kılsız resmetme geleneğinin, vücut kılının ima ettiği hayvani tutku ve fiziksel arzu anıştırmasını bertaraf ederek uysal kadın temsiline katkıda bulunduğunu belirtir. Çıplak, fahişe gibi erotik bir maldır. Kadının soyunukluğu bireyselliği veya kadının kanlı canlı cisimleşmesinin işaretleri açısından değil, bir yandan kadının arzulayan öznelliğinin potansiyel tehditkar göstergelerini silerken erkek fantezilerini beslemek üzere şekillenmiş bir dildeki bu işaretlerin aşkınlığı açısından değerlidir.

Clark’ın, Alexandre Cabanel, William Bouguereau, Felix-Henry Giacomotti ve Paul Baudry gibi ressamların 1860’ların ortalarında yaptığı çıplak resimlerle ilgili ortaya koyduğu akademik incelemesi, yukarıda tanımlanan bağlamıyla çıplak türünün bir düzensizlik olduğunu gösterir. Cinsel bölgelerindeki doğal olmayan kılsızlıklarıyla gezinen mitolojik figürler gibi alegorik bir biçimde sunulsalar da bu resimlerdeki kadınlar, erkek bakışıyla ona aktif bir şekilde yardım edip bunun cinsel sonuçlarını arzularlarmış gibi biraz fazla cesurca işbirliği yapar gibi görünürler. Kadın bedeni, cinselliğinin göstergelerinden yalnızca kısmen soyutlanmıştır. Dönemin eleştirmenleri bu göstergeleri fahişenin erotik uzmanlığının fazla modern dünyasına yoğun bir biçimde gönderide bulunduğu şeklinde yorumlamışlardır. Bazı örneklerde idealize edilmiş modelin kimliği açık bir sırdır: La Paiva’nın kendi salonu için Baudry’ye yaptırdığı resim için poz verdiği düşünülür. Diğer örneklerde şehvetli poz, içinde paranın geçtiği senaryoları düşünmek için yeterliydi. Eleştirmen Castagnary ise “güzel yüzlü Parizyen bir modacı” olan hanımefendiyle ilgili şaşkınlığını iğneleyici bir şekilde dile getirir. “[Kadının] bu köşe başında, yoldan çıkmış bir milyoneri beklemiyorsa, Baudry’nin La Perle et le vague (1863) resminde kayaların üzerinde iki seksen uzanmış” olabileceğini söyler. Burada önemli olan nokta eleştirmenlerin bu seks düşkünü imgeleriyle baştan çıkmış olsun veya olmasınlar, ki kimi olmuştur, ya da ikiyüzlülüklerini ilan etsin veya etmesinler, ki çoğunluğu etmiştir, sorunlu bir şekilde cinsellik kazanmış bu çıplaklara karşı hesaplanmış tepkiler verdikleridir. Olympia’yla yüzleştiklerinde yalnızca skandal diye bağırarak ölüm görmüşlerdir. Neden?

Clark’ın cevabı detaylı, ince ve karmaşık. Özü Olympia’nın Baudry ve benzerlerinin ifade ettiği kadın arzusuyla ilgili utanç verici belirsizliği alıp arzuyu “artık kadın öznenin kendi mülkü, bilinçli üretimi” kılarak çözmesi olarak görülmesidir. Ancak bu mülk hiç de çiftanlamlı değildir. Öncelikle Huysmans’ın kenarda kalmış bir yazısında Olympia’nın bakışından “tahrik edici muamma” şeklinde bahsetmesi var. Olympia’nın, izleyicisine tuhaf bir şekilde kararsız bakışı en iyi Walter Benjamin’in (1968: 192) bunu fahişenin kendini koruyan ihtiyatıyla ilişkilendirmesiyle açıklanabilir: “Görüşün aşması gereken uzaklık ne kadar büyükse bakışın meydana getirdiği büyü o kadar güçlü olur. Ayna gibi bir boşlukla bize bakan gözlerdeki uzaklık, bütün olarak kalır. Tam da bu yüzden böyle gözler mesafe tanımaz.” Olympia’nın uzak ama küstah, “kabul ve direnme arasında dengede” görünüşü kuşkusuz kendisinindir; çıplağın hayallere dalmış dalgın bakışı ilginçtir ve bir şekilde birseyseldir, kendisinin değildir, Clark’ın anlatmak istediği budur. Ancak bireyselleşme, okunabilirliği gerektirmez. Sınıf veya cinsiyetin açıkça algılanmasına bile izin vermeyebilir. Clark fahişenin görünüşünün “bariz feminen”likte olmadığını savunur ve başka bir yerde 1865 ve sonrasındaki ayrık eleştirmenlerin Olympia’yı erkeksileştirilmiş veya çift cinsiyetli bulduğunu belirtir. Clark’a göre bu tepki figürün geleneksel Kadın fikirlerine uymamasına gösterilen “yanlış fikirli” bir tepkidir. Clark şöyle söyler: “Olympia’nın cinsel kimliği elbette kuşku götürmez. Sorun bunun ona nasıl ait olabildiğidir.” Olympia’nın tasvir edilişi, okuduğum kadarıyla, cinselliğinin gerçekten kendisine ait olup olamayacağı ve her zaman yanlış yönlendirilmediği mi yoksa her zaman başka bir yerde yeniden mi temsil edildiği şüphelerini erkek izleyicide, bilerek uyandırır. Bu konuya sonra yeniden döneceğim.

Şimdilik çiftanlamlılık ve değişken anlamlara neden olan bakışının yerine Olympia’nın resmedilişiyle ilgili konulara odaklanmak istiyorum. Clark, Manet’nin çiziminin eşsiz grafik kiplerinden bahseder. Bir yanda Olympia’nın formunu vurgulayan doğrusal anahatları ve bedenini parçalara bölüyormuş gibi görünen keskin boşluklar ve kesişimler var, ki bu uzuvları parçalama işleminin en çarpıcı aygıtı siyah kurdeledir. Diğer yanda da bu corps morcele’in [parçalanmış beden] temsiliyle sağ memesinin kaypak şekli ile o memesinden iç bacağına kadar uzanan bölgenin neredeyse aynı tonda olması gibi geçişlerin açıkça belirtilmediği bir çeşit yumuşak, akışkan bedensel bir bölgenin birlikteliği var. Dolayısıyla Olympia hem parçalanmıştır hem bütündür, bedeninin parçaları hem yerinden edilmiş hem de kaynaşmıştır. Duruşu da aynı şekilde belirsizdir, izleyiciyi heybetli olduğunu düşündürtmeye çalışan imgenin anıtsallığına karşılık, yatakla kıyaslandığındaki boyutu, siyahi hizmetkarı ve çiçeklerin aksine neredeyse çocukça boyutlardaymış hissi yaratması gibi. Olympia’nın bedeninin çerçevedeki sıradışı yerleşimi kararsızlık ve kurnazlığın bu beklenmedik sonuçlarını pekiştirir. İki yatak ve iki büyükçe havalanmış yastığın üzerine tüneyerek izleyicinin rahatça erişebileceğinden fazla yukarıdadır; yine de aşağıdaki adama bakmaz. Üstelik yastıklar tuhaf bir şekilde, yatakların göründüğü düz açıyla ilişkisi bakımından aşağıya doğru keskin bir açı çizerek eğilmiştir. Manet’nin resim yapma tutumu bile çiftanlamlıdır; sofistike gerçekçi yanılsama parçaları ile bariz bir şekilde sadeleştirilmiş, kabaca daraltılmış alanlar sanki resim, mimetik yetersizliklerine dikkat edilmesini istiyormuş gibi birleşmiştir.

Clark farklı temsil düzenleriyle işlenmiş bu gösterge bolluğunun, çıplağın çürüyen dilini parçalarına ayırıp kadın öznesine parçalı bir kimlik verdiği için olumlu bir başarı olduğunu belirtir. Bu yoruma tamamen katılıyorum. Ancak Clark'la ayrıldığımız nokta, Manet'yi bu değişken gösterge döngüsüyle sınıfı tanımladığı için üstü kapalı bir şekilde suçlaması. Manet'nin, Olympia'nın çıplaklığına sınıf göstergelerini katması Clark'a göre ressamın hem değerli kendine özgülüğüne hem de sinirlerinin bozuk olduğuna işaret etmektedir. Olympia'nın çıplaklığının, kendi aralarında tutarsız olan kodların keyfi bir yapılanması olduğunu, o kadar ki fahişenin sınıfına yalnızca belirsiz bir şekilde göz atılabileceğini, okunup anlaşılamayacağını savunur. Clark'ın, ressamın küstah ama çiftanlamlı çıplaklığıyla Olympia'ya verdiğini düşündüğü bakış, kaldırımların ve kerhanelerin fille publique'inin, sıradan bir orospunun bakışıdır. Bu işçi sınıfı öznesi temsil pratiğinden sistematik olarak dışlanmıştır çünkü Olympia, burjuva için kendilerinin hayvani şehvete, içgüdüsel itkilere ve utanç verici sapkınlıklara esir olduğunu simgelemektedir, çünkü Olympia burjuva sınıfının proleterya üzerindeki egemenliğinin kırılganlığını açıkça gözler önüne sermektedir. Clark'ın iddiasına göre Olympia burjuvanın, sayesinde fille publique yani fahişe korkusunu maskelediği ateşli figüre şiddetle karşı çıktığı sınıf çatışmasının yaşandığı arenaya hızlı bir bakış atmamızı sağlamıştır. Fahişe, burjuvanın, düzenlediği fete imperiale, muhteşem şölenin sahnesine çıkan Arzunun ikiyüzlülükleriyle şımarıkça oynamasının teyatral simgesidir.

Olympia'nın bu amblemvari figüre meydan okumasındaki sorun Clark'a göre, bunun kadın soyunukluğunun, barındırdığı göstergelerin, sonunda okumanamaz, tarif edilemez hale gelecek düzeyde sonsuz değişkenlik döngüsü olarak yapılanmasıyla ortaya çıkmasındadır. Bu dengesiz yapının Olympia'nın modernliğini karakterize ettiğinin farkında olsa da bunu talihsiz bir şekilde, sınıfını yeterli şekilde resmetmedeki başarısızlığı olarak görür. Fille publique, temsilinin karmaşıklığından doğmaz. Bu eleştiriyi vurgularken Clark yüzyılın ortalarında, Fransız burjuvasının fantezi hayatının baskılanmasında sınıf kategorisinin seks kategorisinden daha güçlü ideallerle donatılmış olduğu varsayımına dayanır. Ben tam tersini söylemek istiyorum, Manet’nin, kadının soyunukluğunu resmedişindeki değişkenlik oyunu, cinsel ayrımla meşgul olan erkek bakışının egemenliği altındaki sınıf farkının kaçınılmaz çöküşünü ifşa etme yolu olabilir.

Burjuva yazar ve entelektüellerine göre fahişenin cazibesi, kendilerinin yüzeysel deha, görkemli yanlış ve muhteşem teyatral görülerinden kaynaklanır. Baron Haussmann’ın Parizyen çıkarcılığı için yarattığı geniş kaldırımlarda, tıka basa dolu kafelerde ve uzun hareketli bulvarları kapsayan yeni ve harika sahnede adları dişi aslanlar, büyük ufuklar, amazonlar, mermer kızlar, erkek yiyenler, para yiyiciler, dişi geyikler, büyük yosmalar gibi birlik isimleri olan bu kadınlar lüks modern emtiayı, yalnızca potansiyel müşteri üzerinde değil, o erkeğe özenecekler üzerinde de daha büyük etki yaratmak üzere paketlenmiş ve vitrine koyulmuş Arzu imgesini temsil ettiler. Fahişe, cinsel bedenini, ürünü kadar özenle göstererek işaret etmedi. Fahişe, modern arzulanırlığı tanımlayan kodlara uygun bir biçimde, sanatsal olarak yapılandırıldı. Bu yüzden cazibesi, çoğunlukla hepsi savurganca ve pahalı olan ayartıcı gösterge ve değişen maskelerin oyunundaki dişi bir hayvanın vahşi yakınlığını serbest bırakabilmesinden doğar. Aslında fahişenin yaşamı tamamen değiş tokuştan yapılmış gibidir çünkü gösterişli bir tüketici olduğu kadar bir tüketim nesnesiydi de. Larousse's Grand dictionnaire universel (1867) ansiklopedisindeki "fahişe" maddesi bu aşırı tüketimci boyutunun mantığını açıklar: "Fahişe, ona para ödeyecek adamı kendine yaklaştırnak için bir mizansene ihtiyacı olduğunu bilir; başka bir diyişle iddiasını sürekli katlayan bir kumarbazdır; bir girişimciden ayda bin frank alır; bu bin frankı eğlence ve giyime harcar ve bu sayede böyle bir kadının daha ucuz olamayacağını düşünerek can havliyle üç dört bin önerecek bir para babasının dikkatini çekmekte nadiren başarısız olur." Ünlü fahişelerin servetleriyle ilgili hikayeler mitlerinin bir parçasıdır ve dikkatlerin, rahatsız edici cinselliklerine yoğunlaşmamasına katkıda bulunurlar. Örneğin Goncourt'lar hizmetçilerinden (chez la portiere sergisini izleyen) meşhur Anna Deslions'un sevgililerinin zevkine göre yaptırılan ve her zaman randevudan bir gün önce beyefendinin evine gönderilen çeşitli nevresimlerin bir takımının fiyatını öğrendiğinde büyülenmiştir. "Beyaz satenden bir geceliği var" derler zevkle dedikodu yapan kardeşler. "Müflonlu ve yumuşak kumaştan; aynı renkte altın işlemeli terlikleriyle, bir gecelik 1,200 ile 1,500 frank arasıdır, dantelle süslenmiş, 300 franklık taşlarla bezenmiş patiska bir gecelik; 300 veya 400 frank değerinde üç kat dantelle süslenmiş bir iç eteklik; parası yetenin evine toplamda 1,200 frank gibi bir meblağ taşınıyor" (Goncourt ve Goncourt 1959: I, 332-33).

Jean Baudrillard'ın (1972: 104) ideoloji ve fetişizm üzerine yazdığı bir makalede bu abartılı harcamadan "un travail de faire-valoir en exteriorite" (dışarda üretilen iş) diye bahseder. Yozlaşan kadın bedeni, kültürel göstergelerle örtülür ve bu göstergelerin yüzeyselliği ve soyutluğu, fetişist büyülenmenin odağındadır. Fahişede arzulananın bu şekilde anlaşılması tamamen fahişe mitindendir. Bu mit kadın cinsel bedeninin bilinçdışında simgelediği tehditlere, hastalık, bulaşma ve ölüm tehditlerine karşı savunma yapan birimlerin sanatsal bir montajı olarak yapılanmıştır.

Clark bu tehdidi cinsellikle, sınıfla yaptığı kadar ilişkilendirmez. Ancak Olympia’nın toplumsal kökeninin temel olarak burjuvanın, Olympia’nın alt sınıf kimliğinin tehlikeli simgelerini okuduğunda gösterdiği direnmeyi temsil ettiğini söyleyen eleştirel tahminlerin ayrıksılığına ikna olduğumu söyleyemem. Daha ziyade eleştirmenlerin bir sonuca varmayan tahminleri resmin, Olympia’nın, kadını cinsel bedeninden ayrı sınıflandırmaya alışkın izleyicisi üzerinden toplumsal ve sınıfsal ayrımları yıkıp tahliye edişini yansıttığı yönündedir. Gerçekten de 1865’te bazı izleyicilerin, Olympia’nın derinlerden yükselen bir tehdit olduğunu düşünmüş olması imkansız değil. Bir eleştirmenin onu, rue Mouffetard civarındaki işçilere benzettiğini, bir diğerinin de (Ravenal) ona, Paul Niquet’nin serkeş ve sarhoşların uğrak yerinin müdavimleri gibi petite faubourienne [küçük banliyölü] dediğini biliyoruz. Ama bu kadar yoksul bir fille publique’in siyahi bir hizmetçisi olabilir miydi? Başka bir eleştirmenin Olympia’yı boulevard des Italiens’ın Breda bölgesinden bir fahişe olarak tanımlaması neden daha gerçekçi olmasın? Hatta Olympia, cinsel ayrıcalıklarını sattığı bilinen dansçı veya aktris gibi profesyonel biri ya da sadece bir kapatma olamaz mı?

Farklı cinselleştirilmiş ve/ya çıkarcı kadın kategorileri birbirinden Clark’ın bizi inandırmaya çalıştığı şekliyle temsil-edilemez fille publique ve ultra-temsil-edilebilir fahişe gibi temel başlıklar altında bu kadar kesin şekilde ayırmak mümkün değildir. Abigail Solomon-Godeau’nun (1986) ikna edici bir şekilde gösterdiği gibi, 1865’te alt sınıf fahişelerinin çeşitli iffetsiz pozlarının olduğu zengin bir pornografik fotoğraf geleneği mevcuttu. Bu resimler, resmi salonlarda açıkça gösterilmediği halde erkek salon resmi izleyicilerinin arasında geniş bir dolaşıma sahipti ve dolayısıyla içerdikleri geleneksel kadın cinselliği temsilleri, Olympia’nın birçok izleyicisi için örtük bir referans çerçevesi oluşturmuş olabilir. Solomon-Godeau İkinci Cumhuriyet altındaki cinselleştirilmiş kadınsılığın topoğrafyasının çok kaygan olduğunu, kategorilerinin akışkan olduğunu ve gri bölgelerin, kadınları sınıflandırmaya çalışan bütün girişimleri nitelik ve kuşkuyla baş etmek zorunda bırakacak kadar geniş olduğunu söylemekte yerden göğe kadar haklıdır.

Bu toplumsal hareketliliği kabul etmenin Clark’ın iddiası için zararlı sonuçları olabilir çünkü Olympia’nın fahişe kategorisini tahribinin, öncesinde saklı olan bir sınıf kimliğinin sonradan ortaya çıkmasını gerektirmediğini belirtir. Olympia’nın sınıf kökenleri okunamaz kalır çünkü soyunukluğu, Clark’ın söylediği gibi sınıfsal değil, cinselliğin de akla getirdiği gibi sınıftan bağımsız tehlikeli bir durumdur. Bu bulgular Olympia’dan bahsederken eleştirmenlerin sık sık başvurduğu ölüm ve çürüme imgelerine dönmemize neden oluyor. Bu tepkiler kuşkusuz kısmen Manet’nin insan teni yorumundaki sıradışı tonlamasına ve modelinin aykırılıklarına karşı ortaya çıkmışlardır. Ancak bu tepkiler cinselliğiyle, anlamlı bir şekilde tanımlanmış bir kadını resmedişindeki dramatik doğrudanlığa da tepkidirler. Öyle görünüyor ki eleştirmenler, Olympia’yı, tam da Manet'nin ona verdiği arzulayan öznellik işaretlerinin gücüne denk bir çabayla onu bir nesneye indirgemeye hatta insan formundan yoksun bırakmaya can atmışlardır (Amedee Cantaloube, alıntılayan Clark 1985: 287, Olympia'dan "bir tür dişi goril, kauçuktan siyah bir garabet” olarak bahsetmiştir). Olympia skandalının özeti: O, kadınlığın değillemesi; erkek izleyicinin arzusunun önündeki engel; fantezi için hiçbir teselli vermeyen itaatsiz, ölümcül, insan-dışı bedendir. Skandalın öznesi temsilde yok gibidir.

Dikkate değer bir konu da Manet’nin resmini ilk savunan hattaki genç Emile Zola’nın yoksunluk ve eksiklik fikirlerini sanatın kurucu fikirleri olarak telaffuz etmesiydi. Salon eleştirmenleri gibi Zola da Olympia’nın cinsel başkaldırısını siler ancak bu silme işini Manet’nin sanatsal niyetine katarak yapar. Ressamla ilgili sekiz ay önce ortaya çıkan ilk polemik yazısından bu yana sık sık Manet’yle buluşan Zola, Ocak 1867’de yayımlanan uzun bir makalesinde arkadaşını, yaptığı şeyin, resmi için salt bir vesile olduğunu açıklayarak eleştirel düşmanlığa karşı savunur. Zola’nın (1970 [1867]) ressamın başyapıtı olarak adlandırdığı Olympia, kişisel bir anlatı bağlamında ki burada “her gün kaldırımlarda karşılaşabileceğiniz bu sıradan kadın, Olympia’nın kendisi önemli değildir, ama renk tonlamaları ve yan yana duran kitlelerin kendine has biçimsel düzeni içinde okunmalıdır.” Dolayısıyla Zola o bir buket çiçeğin Manet’nin “biraz parlak ve aydınlık parça”ya, siyahi hizmetçi ve kedinin ise “biraz siyah parça”ya ihtiyacı olduğundan orada olduklarını düşünür. Bu renk öğeleri birbirleriyle içkin, özgöndergesel bir estetik simge sistemine denk bir “loi des valeurs”a [değerler yasası] göre bağlıdır. Anlamın bir önemi yok. “Bütün bunlar ne anlama geliyor?” diye sorar, Zola. “Sen [Manet] de bilmiyorsun, ben de”.

Zola’nın biçimci yaklaşımı, skandal konusu yoksunluk ilkesini (öznenin kendisinin yokluğu, bastırılması), Manet’nin resminin, izleyicinin arzusunu değil, resmin arzusunu kendi içinde yansıtma çabasını vurgulamak üzere benimser. Ve bu çaba her gerçek sanatçı tarafından doğal güzelliği gerçek haliyle yansıtmak üzere yeniden başlatılır. Manet'nin geçişlerinin şiddeti, sanatçının bireysel yeteneğinin "parti pris"yle [yerleşik fikir] güçlendirilmiş "doğa[sı]nın haşin ve sert yanını" yansıtır, ki Zola bu yeteneğin "bir takım cansız nesneye büyük bir güç aşılama"ya özellikle uygun olduğunu düşünür. Zola, Olympia’nın bedenine de cansız bir nesneymiş gibi davranarak onun kışkırtıcı cinselliğini iptal etmeye çalışır. Ancak ressamın burjuvanın resim sanatına karşı genel tavrındaki yerinden edilme biçimine yansır bu: “Sanatlar, resim onlar için muazzam Kirli; Fahişe hep, [erkeklerin] çocuklarının kanının emip o doyumsuz memesiyle nefesini keserek kurutacağı taze [erkeğe ait] ete açtır. Bu bir orji, merhametsiz bir ahlaksızlıktır, zaman zaman ailelerin ortasında beliren, yuvaların huzurunu kaçıran kana susamış bir hortlaktır.” Zola elbette burjuvanın bu alenen ahlaksızlıkla sanatsal bir çağrı arasında kurduğu bağla dalga geçiyordur ancak bir yandan da Manet’nin kendi tamamen burjuva yaşam şeklini vurgulayarak başka bir noktaya dikkat çeker (bütün gün çalıştıktan sonra Manet “eve, modern burjuvanın bütün sakin eğlencelerinin tadını çıkardığı eve döner”). Zola’nın kendi iddiasından gidersek Olympia’nın Manet’nin burjuva kardeşleriyle paylaştığı bir fantezinin ayrıntılı bir temsili olduğunu, sanatın fahişe, kirlilik, yoz bir duyarlık olduğunu söyleyebiliriz.

Ancak Zola, Manet’nin resminin, içinde üretildiği toplumsal bağlamıyla ilişkilendirilebilecek herhangi bir okumadan içtinap eder. Zola’nın bunu, Manet’nin Monmartre’daki Guerbois Cafe’deki toplantılarda sarfettiği sözlerden öğrenmiş olabileceği estetik düşüncelerinin etkisi altında olduğu için mi yaptığını, bunların kendi natüralist inancına dair halihazırdaki formüllerini yansıtan düşünceler mi olduğunu yoksa dikkati Manet’nin tiksindirici mevzuundan uzaklaştırmak için icat ettiği bir savunma stratejisi mi olduğunu bilmiyoruz. Her durumda Zola’nın eleştirisi Olympia’nın, içeriğinde izleyiciye tehditkar gelebilecek her şeyi silmek ve bu silmeyi Manet’nin modernliğinin belirtici jesti olarak tanımlamak üzerineydi. Fahişenin cinsel mevcudiyetinin bu estetik tasfiyesi Manet’nin bulaşıcı bir şevkle bir şekilde tekrar ettiği başarısının sonraki eleştirmenlerine nasıl fazlasıyla çekici geldiğini açıklıyor (bkz Reff 1977: 26-29; Hamilton 1954). En entelektüel kıyım Georges Bataille (1983 [1955]) tarafından gerçekleştirilir. Bataille sadece geçerliliğini sınamak için Paul Valery’nin zarif Olympia tasvirini alıntılar. Zola’nın, burjuvanın sanatsal bir çağrıya gösterdiği tepkiyi ifade edişini hatırlatan bir şekilde “Çıplak ve soğuk Olympia, sıradan aşkın canavarı kutsal bir dehşet uyandırır …[Olympia] fevkalade Kirlidir, onu anlamak, en kaygısız ve içten cehaleti gerektirir. Mutlak çıplaklığa adanmış yabani iffetiyle insana, Büyük şehir fahişeliğinin yol ve yöntemlerindeki ilkel barbarlık ve ritüelleşmiş hayvanlıktan sakınan, kendini tamamen saklayan hayaller kurdurur” diye yazar Valery (1960 [1932]: 1329). Bataille (1983 [1955]: 62) bu algılayışın, kendisinin resmin metni dediği şeyden oluşmuş olabileceğini kabul etse de “metnin resim tarafından yüzeyden silindiği” konusunda ısrar eder. “Ve resmin de gösterdiği metin değil, bu kazıntıdır. Hatta Valery, Manet’nin söylemek istemediğini, hatta aksine bastırdığı (unufak ettiği anlamı, o kadının orada olduğunu söyler. [Olympia] kışkırtıcı kusursuzluğuyla bir hiçtir; çıplaklığı (bedenine denk geldiği doğrudur) karaya oturmuş, boş bir gemiden gelir gibi sessizdir. Mevcudiyetinin ‘kutsal dehşet’idir, olduğu budur, ki bu mevcudiyetin sadeliği yoksunluktandır,” (Bataille’in vurgusu).

Bu parçadaki son yılların yaygın eleştirel başarısı olan bir yöntem ve kelime dağarcığını farketmek işten bile değildir: kazıntı olarak metin, anlamın baskılanması, sessizliğin ve yokluğun dile getirilişi. Zola’yı Bataille’e bağlayan mevcut bağlam bu yöntemin ardındaki olası stratejiyi görmemize izin verir. Bataille bunu, Valery’nin ilkel, hayvani, alçak ama yine de etkileyici kadın cinselliği olarak algıladığı şeydeki “kendini sakınıp tamamen saklayan”a karşı oldukça açıkça kullanır. Bu şaşırtıcı kirli cinsellik Bataille tarafından hiçe indirgenir; özne olarak Olympia unufak edilir, çıplaklığının gücü fiziksel gönderiden arındırılır, bedeni aykırı bir şekilde karaya vurmuş bir gemiyle karşılaştırılır ve rahatsız edici erotik mevcudiyeti ancak kazındığı müddetçe önemli sayılır. Bataille’in kendisi de bu işlemlere dahil olan şiddetin farkındadır. Ancak bunları kendi büyülenmiş bakışını belirleyen cinai arzuya değil, resmin kendisinin sergilediği indirgemeci işleme atfeder. Zola’nın yaptığı gibi resmin hayranlık uyandıran ölü-doğa özelliklerini hatırlattıktan sonra. “Bir bütün olarak Olympia bir suçtan veya ölüm görüntüsünden kolayca ayırdedilemez” der Bataille.

Olympia bir kez daha morga yatırılır ancak bu sefer bu ölümcül görüntünün erotik çekiciliğini tanımaya gönüllü bir düşünür tarafından. Bataille, Olympia’nın ölümündeki suça katılmaktan açıkça zevk alır çünkü daha sonraları da ifade ettiği üzere erotizmin nihai anlamı onun için ölüm, sessizlik, Ötekinin bireyselliğinin şiddetle ihlalidir. Ötekinin en mükemmel örneği kadındır, agresif erkek arzusunun nesnesi, bir fahişe olarak kadın ki fahişe de “kadınsı tutumun mantıki sonucu”dur Bataille’e göre (Bataille 1957: 144). Bu mantığa göre Olympia’nın fahişe olarak temsil edilmesi ve sınıfının belirsiz bırakılması oldukça mantıklıdır çünkü o, erkeğin eylemsiz kadının hayvani yaşamıyla ilgili erotik dürtüsünün genel figürüdür. Bataille’a göre Manet’nin resimde kurduğu modernlik bu baskılamaya dayandığı için Zola gibi Bataille için de Olympia, “Manet’nin sırrını açığa çıkaran” temel bir başyapıttır.

Bataille (1957: 158) “kadınsı biçimlerin erotik değerinin, uzuvların malzeme olarak kullanımını ve bir iskelet gereksinimini çağrıştıran doğal ağırlığının kazınmasıyla bağlantılı” olduğunu söylerken Baudelaire ve on dokuzuncu yüzyılın, kadın dansçı ve akrobatlara hayran diğer bütün yazarlarını tekrarlamış olur. “Bu biçimler ne kadar gerçekdışıysa hayvani hakikate, insan bedeninin fizyolojik hakikatine daha üstü kapalı şekilde tabi olurlar; genel olarak kabul gören arzulanan kadın imgesine daha iyi yanıt verirler”. Ardından Bataille, Baudelaire’in de bazı şiirlerinde yaptığı gibi bir adım daha ileri gider ve kadının hayvansılığının ahlaksız oluşunda ısrar ederek, bir erkeğin en yoğun erotik hazzının, gerçekdışılaştırılmış idolünün kutsallığını bozmaktan geldiğini iler sürer. Ki bu ahlaksızlığın nihai formu cesettir. Bataille’ın, Olympia okumasında açığa çıktığını düşündüğü sır budur; (erkek) estetik hazzın(nın) kaynağı olarak ölü kadın saplantısı. Bataille, tatmininin kaynağında “Olympia’ya baktığımızda açığa çıkan bir baskılanma hissi” olduğunu belirterek Olympia’nın temsilindeki skandal yoksunluğu tamamen kontrolü altına aldığını düşünür (Bataille 1983 [1955]: 63).

Ancak Bataille’ın küçültücü tanımının kendisi, açığa çıkan bir baskı duygusu taşır, sanki hakimiyet duygusu Olympia’nın kontrolcü bakışının ayartılmış yansımasıdır. Bastırdığı şey, Olympia’nın kafa karıştıran maddeselliğini oluşturan bütün o tutarsızlık, ihtilaf ve çiftanlamlılıklardır. Gördüğümüz üzere, bedeni aynı anda hem itaate meyilli hem de küstah ve direnişçi şekilde temsil edilmiştir; aynı anda vahşice uzuvlarına ayrılmış ve pürüzsüzce birleştirilmiştir, boynundaki kurdeleyle başı kesilmiş yine de tek bir sarımsı renkte vücuda getirilmiştir. Ufak ve hükmetmesi kolay görünür ama amirane ve soğuk bir şekilde mağrurdur da. Erotik bir mal olarak tüketilmeye arsızca hazır olması, nesneleştirmeye çağırıyorsa gergin, kendinden emin, hükmedici pozu el koyulmaya karşı çıkıyordur.

Adının çiftanlamlılığı bu başa bela belirlenemezliğini vurgular. Elbette, muhtemelen parodi olarak düşünülmüş klasik bir yankı var, tanrıların evi Olympos Dağı, Zeus’un düşüp kalktığı yer ama bir de tamamen modern bir karşılığı daha var: "Olympe", Alexandre Parent-Duchatelet’nin 1836 tarihli De la prostitution dans la ville de Paris [Paris’te Fuhuş] adındaki yetkin çalışmasında üst sınıf fahişelerin sık sık kullandığı noms de guerre’lerden [savaş isimleri] biri olarak listelenmiştir. Genç Dumas Kamelyalı Kadın’da Marguerite’in modern rakibi duygusal kalpsiz, paragöz fahişesine Olympe adını vermiştir. İsim 1860’larda üretilen popüler edebiyat eserlerinde de sık sık çıkarcı sosyete yosmalarını belirtmek için kullanıldı. İsmin İtalyanca versiyonu Olympia daha nadirdi. Theophile Gautier’e (alıntılayan Clark 1985:285) göre isim akla Rönesans dönemindeki Papa X. Innocentius’ın güzel yengesi, aşağılık metresi ve düzenbaz manipülatörü Romalı meşhur fahişe Donna Olimpia Maldachini’yi akla getirir. İsim ilk kez 1859’da sahneye koyulan ve Manet’nin resmini yaptığı 1863 yılında hala kapalı gişe canlandırılan büyük Herculaneum operasındaki güzel pagana verildiğinde de yine cinsel olarak kontrol etme anlamındaki güçle yönetmeyle daha az sıkı bir şekilde birleştirilir.3 Kraliçe Olympia, ona verilen, gerektiğinde yeni dinin üstatlarını ayartarak Hristiyanlığın yayılmasını engelleme görevinde yenilmiş olsa da güçlü iradesi olan, cüretkar, muhteşem, bencil olmayan, entrikacı demi mondaine’dir [rastgele seks yapan kadın]. Ancak Manet’nin isim seçiminin en iddialı varsayımsal gönderisi, tam da belirlenemezlik oyununu tematize etmesi yüzünden E. T. A. Hoffmann'nın "The Sandman" hikayesindeki mekanik oyuncak bebek Olympia’yadır. Metin Freud’un, tekinsiz analizinin dayandığı metindir. Büyüleyici oyuncak bebek aynı anda hem insandır hem değildir, hem canlıdır hem ölüdür, parçalanabilir ama bütündür, dişidir ve değildir. Bariz şekilde çocuklukla bağlantılıdır, bu yüzden Freud’a göre bastırılanın yüzeye çıkarak rahatsız edici tekinsizliğe neden olduğu ilkel inanışlara dayanır.

Manet’nin resmi hangi bastırılmış ilkel inanışı duyumsatır? 1865 salonlarının vasat eleştirmenlerinden birinin alaycı Olympia yorumununda bu soru için bir ipucu bulabiliriz. Gazeteci, Olympia’nın “kauçuktan bir garabet gibi şişirilmiş bir şey” olduğunu söyleyip ondan “kolunun ahlaksızca gevşek duruşuyla Titian'nın Venus’ünün kolunun duruşu ve hareketiyle dalga geçen bir maymun türü” diye bahseder. Bu yazar, Olympia’yı bir oyuncak bebek olarak görerek elin, cinsel organı sakladığını dile getirir. Bunu, artık sanat tarihinin köşe taşı olmuş Titian'nın Urbino Venus’üne gönderide bulunarak yapmıştır ancak kendisi 1865’te bunu farkeden ilk eleştirmendi. Bu köşe taşının Manet’nin niyetini tartışmaya yer bırakmayacak şekilde açıklamadığından değil, Olympia’nın yeni kılıkta bir aşk tanrıçası, klasik mitin ironik bir tersyüzü mü yoksa Theodore Reff’in (1977: 54-59) belirttiği gibi Titian’ın modeli olduğu düşünülen varlıklı fahişenin modern karşılığı mı olduğuna karar vermenin imkansız olduğunu hemen eklemeliyim. 4

Ellere dönersek: her iki kompozisyonun odak noktasında olsa da birbirlerinden oldukça farklı çizilmişlerdir. Titian'nın Venus’ünün eli içe katlanıp cinsel organına sokuldukça gözden kaybolur. Jest, kesin bir otoerotik iddia taşır ancak bu iddia, benim okuduğum kadarıyla bir erkek izleyiciyi hiçbir şekilde dışlamaz, aksine, bir davet, bir açık olma işareti görevi görür. Venus'ün bakışı ona bakana dönüktür, onu kapsar ve onun bakışını geri, arkasındaki paravanın dikey çizgisiyle tam olarak işaretlenmiş, uysal cinselliğinin merkezine götürür.

Aksine Olympia’nın eli Reff’in ifadesiyle “aynı anda daha büyük utangaçlık ve daha kasti bir kışkırtıcılık iletir. Eli, bütün cinsel bölgesini, Venus’le karşılaştırıldığında daha kendinden emin ve endişeli görünecek şekilde daha rahat, şehvetli bir pozla kapatır. Olympia’nın bu kasti gizleme jesti, “kabul ve direnme arasında dengede” çiftanlamlı bakışıyla birleşince kışkırtıcı, hatta önceki tartışma dizisini izlersek tekinsiz hale gelir. Olympia sanki sadece erkek penetrasyonuna sunulan açık bir davet değil de kendinde bir mevcudiyet olan cinsel organındaki elinin tesadüf olmadığına dikkat çekiyor gibidir. İzleyiciye gizlenenin, bastırılanın ne olduğunu sorması için meydan okunuyordur. Sanki bilmiyor diye itiraz edilebilir. Ancak belki de izleyici, tekinsizi anımsatan ilkel inanışın düzeyinden pek emin değildir. Belki de Zola ve Bataille’ın bastırmak için bunca kaygılandığı özne, onu bastıran el kalktığında açığa çıkmakla tehdit edendir. Ama biraz daha yakından bakalım. Belki de bastırma tam anlamıyla başarılı değildir ve şu anda bile bir şey açığa çıkıyordur. O parmaklar penis gibi değil mi, ya Freud (1972b [1922]: 212) “penis sembollerinin çoğalması kastrasyonu simgeler” dememiş miydi? Clark’ın (1985: 135) kendisi, Olympia’nın elinin eleştirmenleri kudurttuğunu “çünkü [Olympia’nın eli] fallusun yokluğunu canlandırmakta başarısız” olduğunu (aslında durumun tam tersine işaret ettiğini söylemeye bile gerek yok)” söyler. Bu belirsiz ifade psikanalitik açıdan konunun ta kendisidir.

Laura Mulvey'in (1975: 13) etkili bir makalesindeki iddiası şöyledir: "görüntünün aktif kontrolünü elinde tutan erkeklerin bakması ve eğlenmesi amacıyla sergilenen bir ikon olarak kadın, her zaman, [ikonun] aslında kastrasyon ve dolayısıyla tatminsizlik tehdidini anıştıran [kadının] penis eksikliğini simgeler". Bu dil kulağa biraz indirgemeci gelebilir. Kastrasyon tehdidinin Manet'nin Olympia'sı tarafından kasten sergilendiğini söyleyince artık erkek izleyicilerinin tepkilerinin daha fazla açıklamaya ihtiyacı kalmadığını iddia etmiyorum. Parmakların potansiyel olarak fallik olduklarını kavramanın Manet'nin huzursuz edici imgesinin başlattığı bilinçdışı işlemin anahtarı olduğu konusunda ısrar etmek de istemiyorum. Söylemek istediğim elin genital bölgeye yoğunlaşmasının, özellikle büyük ölçekli görsel belirsizlik ve tutarsızlık oyununun temsil alanı boyunca yayılmasının işareti olduğudur. Olympia’nın el hareketinin dramatik çiftanlamlılığı çıplak kanonunu ihlal etmekle kalmaz, onu kendi cinselliğinin, cinsel kimliğinden şüpheye düşülecek düzeyde kesinkes maliki kılar. Bu yüzden Clark’ın (1985: 135) da söylediği gibi Olympia’nın eli “eleştirmenleri başka hiçbir şeyin ulaşamadığı düzeyde kudurtup gururlandırmıştır. Ancak Clark eleştirmenlerin el üzerine “sanki orada görünecek başka bir şey yok[muş]” gibi odaklanmasının semptomatik önemini ıskalar. Eleştirmenlerin skandala gösterdikleri tepkilerinin merkezine eli koymaları fazla değişkene bağlıdır. Clark “cinsellik göstergeleri… [resimde] çelişkili bir şekilde düzenlenmiş” iddiasında haklıysa bu göstergelerin birbirine kavuştuğu nokta kuşkusuz Olympia’nın gergin elidir. Elin kafa karıştıran temsili erkek izleyicinin, uzmanı olduğunu düşündüğü cinsel ayrımla ilgili bilinçdışı kaygısını harekete geçirir ama artık işler değişmiştir. Üstelik resim, izleyiciyi kaygısında hapseder ve bunu, izleyiciyi, bu kaygıyı kontrol etmek için eskiden beri tercih ettiği bilinçdışı yöntemi olan fetişist yerinden etme süreçleriyle yüzleştirerek yapar. Olympia’nın, mitik fahişe figürünün “un travail de faire-valoir en exteriorite” olarak üretildiği kültürel yapılanma kiplerine uymadığını daha önce söylemiştim. Şimdi de Manet’nin resminin, kültürel fetiş olarak kadın idolün, tamamlanmış üretimi yerine izleyicisine fetiş olarak kadını oluşturan yerinden etme ve ikame süreçlerinin kendilerinin resmini sunduğunu söylemek istiyorum.

Resimde Olympia’nın gizlenmiş pubik kıllarının bol bol ikamesi vardır. En az çiftanlamlısı yatağın yanında asılı yünlü battaniye püskülüdür. Daha da ilginci birbirinden ayrılmaz görsel dinamik bir varlık ve yokluk oyunu başlattığı için Olympia’nın sol omzundan düşen kendi kızıl-kahve saç püskülünü, Clark’ın da belirttiği gibi, arkasındaki paravandan ayırmak oldukça güçtür. Bu kalın saç demeti Olympia’nın keskin yüz hattına daha geleneksel ve kadınsı bir görünüm katarak onu yumuşatır ama bu şehevi kadın yumuşaklığının iç rahatlatıcı simgesine odaklanmak pek mümkün olmaz. Saçın, paravan tarafından yutulması, izleyiciyi yeniden Olympia’nın keskin hatlı (erkeksi?) silüetiyle yüzleşmek durumunda bırakır. Bu ikamelerin en çarpıcısı elbette siyah kedidir, o zaman da şimdiki gibi hem İngilizcede hem Fransızcada sokak dilinde kadın organı [pussy] anlamına geliyordu. Manet’nin kediciğine kabarmış bir ereksiyon (2. ve 3. figür) ekleyen 1865 yılının karikatüristleri resmin cinsel imgeleminin başat çiftanlamlılığını hissetmiş gibidir. 5

Son olarak da siyahi hizmetkarın tuttuğu çiçekler var. Bu renkli çiçek buketi Olympia’nın cinsel organının iktidarsızlaştırılmış yerinden edilişini (karikatüristlerin gözünden kaçmayan bir nokta; Bertall'in çiziminde kedinin kuyruğunun çiçeklere doğru kalkmış olmasına dikkat edin) simgeliyorsa o zaman siyahi kadının çağrıştırdıkları da bu işleve karşı koymaktadır. Eleştirmen Geronte, Olympia’dan “siyah kedili Hottentot Venus'ü” olarak bahsettiğinde Olympia’yı hizmetkarına katıyor ve hizmetkarın anlamını alçaltılmış kedi bağlantısıyla vurguluyordu. Sander Gilman (1985: 76-108) yüzyılın başlarında Fransa’da sergilenen, devasa cinsel organları ve geniş kalçalarının atavistik bir fizyoloji ve ilkel şehvetliliğin anatomik işaretleri sayılan Hottentot kadınlarının, siyahi kadınların genel patolojik cinselliğinin tipik örnekleri olduğunun düşünüldüğünü göstermiştir. Bir on dokuzuncu yüzyıl temsilinde siyahi bir kadının beyaz bir dişiyle birleştirilmesi Gilman’a göre, siyahi figürün simgesel rolünün, beyaz akranının ilkel cinsel arzusunu ve cinsel yozlaşmasını göstermektir, ki Geronte bu görüşe açıkça cevap vermiştir. Olympia'nın fahişe kimliği düşünülünce bağlantıyı kurmak daha da kolaylaşıyor çünkü fahişenin sapkın cinselliği ile dizginsiz erotizme atavistik bir dönüş arasında bağlantı kurmak oldukça yaygındı. Yani siyahi hizmetkar, Zola ve biçimcilerin anladığı gibi Olympia’nın beyazlığının karanlık karşılığı değil, daha ziyade Olympia’nın elinin altını dikizleyen siyah, tehditkar, aykırı cinselliğin simgesidir. En azından Manet’nin hizmetkar figürünün 1865’teki erkek izleyicide uyandırdığı fantezi budur diyebiliriz.

Hizmetçiyi yorumlamak da birçok açıdan en az Olympia’nın kendisini yorumlamak kadar zor. Daha önce de söylediğim gibi varlığı Olympia’nın çözümsüz sınıf sorununa dahildir. Sıradan bir fahişenin parasının böylesi egzotik bir hizmetkara nasıl yettiğini merak ederiz. Hanımına bakışı Olympia’nın aynı düzeyde çözümsüz bakış sorununa katılır. Olympia, hizmetkarının varlığını umursamayarak onunla iletişimi küstahça keser, aynı, çerçevenin dışındaki izleyicisiyle iletişimini kestiği gibi. Dolayısıyla izleyici bir anlamda, hürmetle çiçek sunan ama görmezden gelinen hizmetçiyle resimde temsil edilir. Üstelik hizmetçinin jestinin kendisi bir kabul birimidir. Tahminimiz buketi, bir erkek hayran adına sunduğu yönündedir: Bir vekil veya dublördür, hem Olympia’nın hem Olympia’nın müşterisinin hizmetkarıdır. Çifte bağlılığı hizmetçinin anlamının temel bir parçasıdır. Erkek izleyicinin çekinik bir konumdan kaynaklanan bir bakışla temsil edilmesi ve esareti ve aracılığıyla ırk ve cinsiyeti tanımlaması erkek izleyicinin imgeden rahatsız olmasına katkıda bulunur.

Olympia’nın cinsel kimliğinin göstergelerinin yerinden edilmiş olmasıyla ilgili söylemek istediğim bunların hiçbirinin o tekinsiz kimlikle ilişkilendirilen kastrasyon tehdidini çözümleyememesidir. Olympia’nın rezil eli erkek izleyiciye, kendi bakışındaki fetişleştirici arzuyu, onu tatmin etmeden geri yansıtan bir yerinden etme döngüsü başlatır. Freud’a (1972a [1927]: 216) göre fetiş “kastrasyon tehdidini alt etme ve ona karşı korunmanın nişanı” olmalıdır. Kaygılı izleyicinin resmi tararken, yaratılmasına davet edilmek istediği böyle bir nişandır. Ancak bunun yerine temel cinsel belirsizliğinin tekrarlarıyla karşılaşır, saç var ve yok, rahatsız edecek derecede saldırgan bir kedi, muhtemelen patolojik olmasa da çekinik cinselliğini maskeleyen hürmetle sunduğu çiçeğiyle siyahi bir hizmetkar. Ve resmin diğer sayısız özelliği gördüğümüz üzere, kendi kendine meydan okuyan imgeler döngüsünü besler: Olympia’nın bedeni hem kesilmiş hem birleşmiştir, duruşu hem anıtsal hem sarsaktır, toplumsal statüsü hem fahişe hem de fille publique’tir ve benzeri.

Resmin fetişist eşzamanlı itiraf ve inkar mekanizmasını gösteren imgelerle doygunlaşması, Manet’nin, kendi eserini, Jean Clay’in (1983: 6) “soyağacı biçimlerinin olasılığını askıya aldığını” söylediği alıntı ve gönderileriyle doygunlaştırmasıdır (bkz Fried 1969; Carrier 1985). Bu askıya alma sanat tarihinin sıradan bilişsel ve analitik süreçlerini ters yüz eder. Olympia’nın pozunun Titian’ın ihtişamlı Urbino Venus’üne öykündüğünden şüphemiz yok ama özellikle monotonluk ve açıları bağlamında bize Olympia’nın bakışını hatırlatan o izleyicisine doğrudan ve eğilip bükülmeden gözlerini diken kadınların olduğu kaba pornografik fotoğraflara da öykünür (bkz Needham 1972; Solomon-Godeau 1986). (Dahası Manet’nin modeli Victorine Meurend’nun da bu tür fotoğraflar için poz vermiş olması çok olasıdır, bkz Farwell 1981.) Constantin Guys ve Achille Deveria’nın küçük ölçekli çizim ve baskı resimleri, sefil kerhane sahnelerinin ilki, cilveli kızların özel odalarda davetkar şekilde sereserpe uzandığı resimlerin ikincileridir. Manet’nin imgesi bunların yanı sıra Delacroix’nun zengin ten rengiyle ve Ingres’in akışkan çizgisel konturlerle yaptığı egzotik Doğu cariyelerini anıştırır. Japon baskıların etkisinin yanı sıra Goya etkileri de algılabilirdir ancak Baudelaire (alıntılayan Reff 1977: 63) İspanyol ressama biraz fazla borcu olduğu suçlamalarına karşı Manet’yi savunurken 1864’te Thore’a yazdığı bir mektupta Manet’nin “Goya’yı hiç görmediğini” söyler. Bu seçme liste görece uzatılabilir. Asıl konu Manet’nin anıştırmalarını farketmenin türetme, niteleme ve yenileme ilişkileri kurarak anlamı ortaya çıkarmaya, bu ilişkilerin içini okunabilir bir manada, boşaltarak yaptığından daha az faydası olmasıdır. Olympia’yı, gelenek içindeki kaydının tanımlayıcı işaretleri için tarayan bir sanat tarihçisi kendini genelde çelişen alıntı ve aktarmalar oyunu içinde bulur. Bu oyun kasti göndergesel kargaşa yaratımı açısından "entelektüel sapıklık"tır (Mallarme'nin ifadesi-1876: 11).6 Clay (1983: 6) şunları söylerken haklıdır: "Manet [sanatsal] mirasa, Walter Benjamin'in ticarete flanör olarak yaklaştığı gibi yaklaşır. Louvre bir oyun salonu, bir tezgahtır; ressam pazara girer."

Manet, Olympia resmini, Kadını fetişist mal edişini erkek izleyiciye geri yansıtmak üzere yapılandırılmış öğelerle doygunlaştırarak fahişenin ticari konumuyla empati kurar. Bu yüzden Olympia, onun meydan okuyuşuna maruz kalan 1865 eleştirmenlerinde tekrar tekrar kadavra fantezileri uyandırmıştır; resim onlara kadın cinselliğinin kastrasyon, hastalık ve ölümle olan korkunç ilişkisinden kaçacak bir yol bırakmamıştır. Olympia bu korkunun yönetildiği mekanizmaların başarısızlığını açıkça gösterir. Bedeni, rastlantısızlığı görsel çözümlemeleri engelleyen temsil kodlarına çevirir; daha ileri yerinden etmeler gerektiren dahili uyumsuzlukları yansıtan yerinden etmeleri gösterir. Erkek izleyici kapitalist tüketim fetişi olarak vücuda getirilmiş Kadına tanıklık eder ancak tüketim, yapıcı makinenin ifşa edilmesiyle cazibesini kaybeder ve makineyi yürüten yoksunluk ilkesi orjinal fantazmatik içeriğini geri kazanır.

Zola ve Bataille bastırılanın geri dönmesini, Olympia’nın temsilindeki yoksunluğu, cinsel anlamını etkin bir şekilde soğuran kanvasa geri yansıtarak engellemeye çalışır. Benzer bir stratejiyle bugün de, ressamın çoklu yerinden etmelerinin, tam da ruhsal yatırımların kendileri yoluyla haz yaratan libidinal ekonomiyi harekete geçirdiği ileri sürülebilir. Bu tür bir analiz, resmin göstergebilimsel çözümsüzlüğünün özgürleştirici etkisiyle erkek kaygısını aşkınlaştıran ve belli bir öforiye neden olan bir Olympia değerlendirmesi önkoşuluna dayanır. Bu tepki resmin sağladığı bazı “estetik” hazları açıklasa da bu hazzın psikoseksüel kökenlerinin temelde Zola-Bataille tarzı biçimci yaklaşımını ayakta tutanlardan hiçbir farkı yoktur. Her iki pozisyonun temel güdüsü de kadın arzusunun inkarı ve kadını eylemsiz bir fetişe indirgemektir. Manet’nin duygudaş sanatı, izleyiciye bu indirgemeye dahil olan şiddeti huzursuz edici bir şekilde kavratırken, köle olarak kadın sembolü siyahi hizmetkar bu farkındalığa katkıda bulunur, biçimci okuma izleyiciyi-okuru fahişenin cesedinin görüntüsüyle eğlenmeye davet eder.

Buraya kadar izleyiciyi erkek olarak tanımladım. İddiam Manet’nin resminin, eleştirel olarak ne kadar erkek bakışına sunulmuş şımartıcı bir hediye olarak çıplak kadın geleneğini yorumlamış olsa da resmin, bakışın cinsiyetini tersyüz etmediğidir. Peki kadın izleyicinin konumu nedir? İncelememe göre kadın izleyicinin konumu, erkeğin cinsel ayrımla ilgili güvensizliğini erkek için sorunsallaştırmak üzere kurulmuştur. Bir kadın bu konuma yerleştirilmeye nasıl tepki verebilir? Soru karmaşık ve burada bunun önemine değinmekten daha fazlasını yapamam. Yüzyıllardır süregiden temsil uygulamalarının altında yatan varsayımları düşündüğümüzde erkek olarak oluşturulmuş bir konumdan doğan kadın bakışının dinamiklerini tasvir etme sorunu neredeyse daimi bir sorundur ve görüşün cinselliğiyle ilgili çağdaş feminist düşüncenin temel konusudur. Abigail Solomon-Godeau'nun (1986) bu tartışmaya katkısı, 1850 ve 1860’larda ve sonra ömrünün sonuna yaklaşırken 1890’larda kontes Castiglione’nın kendisini çektiği birçok fotoğrafı incelemesi bu bağlamda özellikle eğiticidir çünkü bu fotoğraflar kendi bakışı için kendi imgelerini oluşturan on dokuzuncu yüzyıl kadınının nadir bir örneğidir. Solomon-Godeau, pozlarının koreografisinde aktif rol alan bu meşhur güzelin kendisini erkek bakışının nesnesi olarak görmüş olabileceği sonucuna varır. Kadının kendi kendini temsil etme arzusu, tamamen erkeğin cinselleştirilmiş nesne arzusuyla tanımlanmıştır.

Olympia’ya dönersek, soruşturmamdaki izleyici tepkilerinin tarihi boyutu kolayca kadın izleyicilere uygulanamaz çünkü hiç şaşırmadığımız şekilde, 1865’te hiçbir kadın Manet’nin resmiyle ilgili izlenimlerini not etmemiştir. Ancak bizim perspektifimizden hem erkek bakışını içselleştirerek şekillenen kadının koşullarını hem de kadının o erkek bakışının işlemlerini ters yüz etme stratejilerini düşünerek kadın değerlendirmesinin dinamiklerini teorize edebiliriz. Örneğin Olympia’nın, bakıştaki erkek faktörünü kararsızlaştırma şekliyle ilgili analizim, belli psikanalitik feminist ve film teorisyenlerinin (Riviere 1966; Irigaray 1985; Doane 1982; Solomon-Godeau 1986) geliştirdiği kasti maskeli balo düşüncesiyle ilişkilendirilebilir. Bu düşünce, kendini erkek arzusunun sabit bir imgesi olarak düşünmeyi engellemek üzere geleneksel kadınlık göstergelerini ortaya çıkarmayı kapsar. Olympia’nın tam da böylesi bir maskeli balo düzenlediği düşünülebilir, sanki bedenini temsil etmenin farklı kiplerini göstererek bir yandan da bunlardan hiçbiriyle kendisini tanımlamıyordur, sanki kendi imgesinin hiçbir versiyonunda mevcut ve ulaşılabilir olmayı reddediyor gibidir. Belki de günümüzde kadın izleyicilerin, Olympia’nın karşı koyan bakışı ve oradan, arsuzunu bozduğu rahatsız edilmiş erkek izleyiciye bakışıyla kendilerini özdeşleştirerek Olympia’nın temsilinde en çok takdir ettikleri bu reddediştir.

Kaynakça
Bataille, Georges
1957 L'erotisme (Paris: 10/18).
1983 [1955] Manet (Geneva: Skira).
Baudelaire, Charles
1952 Correspondance generale, V, edited by Jacques Crepet (Paris: Conard).
1961 Oeuvres completes, edited by Y.-G. Le Dantec and Claude Pichois (Paris: Pleiade).
Baudrillard, Jean
1972 Pour une critique de l'economie politique du signe (Paris: Gallimard).
Benjamin, Walter
1968 Illuminations (New York: Harcourt Brace).
Berger, John
1972 Ways of Seeing (London: Penguin).
Carrier, David
1985 "Manet and His Interpreters," Art History 8(3): 320-35.
Clark, T. J.
1985 The Painting of Modern Life: Paris in the Art of Manet and His Followers (New York: Knopf).
Clay, Jean
1983 "Unguents, fards, pollens," in Bonjour Monsieur Manet, 6-24 (Paris: Centre Georges Pompidou).
Doane, Mary Anne
1982 "Film and the Masquerade: Theorising the Female Spectator," Screen 23: 74-87.
Farwell, Beatrice
1981 Manet and the Nude: A Study in Iconography of the Second Empire (New York: Garland).
Flescher, Sharon
1985 "More on a Name: Manet's 'Olympia' and the Defiant Heroine in Mid- Nineteenth-Century France," Art Journal 45(1): 27-35.
Freud, Sigmund
1972a [1927] "Fetishism," in Sexuality and the Psychology of Love, edited by Philip
Rieff, 214-19 (New York: Collier).
1972b [1922] "Medusa's Head," in Sexuality and the Psychology of Love, edited by Philip Rieff, 212-13 (New York: Collier).
Fried, Michael
1969 "Manet's Sources: Aspects of His Art," Artforum 7(7): 28-82.
Gilman, Sander
1985 Difference and Pathology: Stereotypes of Sexuality, Race, and Madness (Ithaca,NY: Cornell University Press).
Goncourt, Edmund de ve Jules de Goncourt
1959 Journal. 4 vols. (Paris: Fasquelle-Flammarion).
Hamilton, G. H.
1954 Manet and His Critics (New Haven, cT: Yale University Press).
Hofmann, Werner
1961 The Earthly Paradise: Art in the Nineteenth Century (New York: Braziller).
Irigaray, Luce
1985 This Sex Which Is not One, translated by Catherine Porter and Carolyn Burke (Ithaca, NY: Cornell University Press).
Mallarme, Stephane
[1876] "The Impressionists and Edouard Manet," Art Monthly Review 1(9): 117- 21.
Mulvey, Laura
1975 "Visual Pleasure and Narrative Cinema," Screen 16(3): 6-18.
Needham, Gerald
1972 "Manet, 'Olympia' and Pornographic Photography," in Woman as Sex Object: Studies in Erotic Art 1730-1970, edited by Thomas Hess and Linda Nochlin, 80-89 (New York: Newsweek Books).
Reff, Theodore
1977 Manet: Olympia (New York: Viking).
Riviere, Joan
1966 "Womanliness as a Masquerade," in Psychoanalysis and Female Sexuality, edited by Hendrik M. Ruitenbeek (New Haven, CT: Yale University Press).
Solomon-Godeau, Abigail
1986 "The Legs of the Countess," October 39: 65-108.
Valery, Paul
1960 [1932] "Triomphe de Manet," in Oeuvres, II, 1326-33 (Paris: Pleiade).
Zola, Emile
1970 [1867] "Edouard Manet: Etude biographique et critique,"

1Tamamen Clark’ın (1985) detaylı çağdaş eleştiri dökümünü kullandım. Manet’nin resmiyle ilgili daha sonraki eleştirel tepkiler için bkz. Reff 1977: 16-41 ve Hamilton 1954.
2Clark (1985: 139-44) bir istisnadan bahseder, ressam Millet’nin arkadaşı Alfred Sensier’in takma adı Jean Ravenel’e ait kısa bir metin. Ravenel cinsellikle ilgili gönderi ve özellikleri listelerken Baudelaire ve Goya’dan bahseder ancak tutarlı bir okuma yapamaz.
3Manet’nin bu ismi kullanmasının anlamı Sharon Flescher tarafından ele alınmıştır (1985). Flescher ayrıca Manet’nin arkadaşı Zacharie Astruc’nun yayımlanmamış bir oyunundaki başına buyruk bir Olympia’dan bahseder. Yine Zacharie Astruc’nun salon kataloğunda yayımlanan "Olympia, la fille des iles" [Olympia, Adalardan Gelen Kız] adlı şiiri özellikle de son dizeleri yüzünden eleştirmenler tarafından çok ağır şekilde alaya alınmıştır: "L'augustejeune fille en qui la flamme veille” [Genç olduğu için her an yanmaya hazır]. Tam olarak ispatlanmamış olsa da resmin isim babasının genelde Astruc olduğu düşünülür. İsimle ilgili daha detaylı bir tartışma için bkz. Reff 1977: 111-13 .
4Reff, Olympia’nın modernliğinin bir yönünün de zayıflığı olduğunu söyler. Baudelaire (1961: 1251) “Zayıflık daha çıplaktır, yağdan daha edepsizdir” der. İmparatorun metresi Marguerite Bellanger hafiften topluydu.
5Kedi ayrıca bariz bir Baudelairevari motiftir ve Baudelaire'in 1857’de çevirdiği “Siyah Kedi” şiiri vasıtasıyla Poe’nun siyah kedi ile bastırılanın yüzeye çıkmasının tekinsiz sonuçları arasında kurduğu bağdan da izler taşır (bkz Reff 1977: 96-101). Werner Hofmann (1961: 350-51) kediyi, kadının cinsel doğasıyla ilgili tehditkar çiftanlamlılıkla ilişkilendiren bir iddiada bulunarak kediyi, bir kadın portresinin sfenks gibi hayvani yanının işareti olarak görür.
6Reff "göndergesel karmaşa" dediğim şeyin Manet'nin, Baudelaire'in (1961: 1165) "Painter of Modern Life"taki bir bölüme verdiği cevabı olduğunu söyler: "Sabırlı, vicdanlı ama hayal gücü hafiften kuvvetli bir ressam bugün bir fahişenin resmini yapma göreviyle karşı karşıya kaldığında ilhamını (o kutsal kelime) Titian veya Raphael'in fahişelerinden alıyorsa büyük olasılıkla ortaya sahte, çiftanlamlı, belirsiz bir iş çıkaracaktır". Manet güçlü yaratıcı bir hayal gücünün, gücünü çiftanlamlılık ve belirsizlikten alan bir eseri bilerek yaratmak için diğer modellerin yanında Titian'dan faydalanılabileceğini göstermek istemiş olabilir. Bu varsayım Baudelaire'in (1952: 95) salon resmine yöneltilen eleştirel hakaretlerden şikayet eden Manet'ye 1865 Mayısında yazdığı mektupta desteklenir: "Sanatının yıpranmışlığında sadece bir ilksin." Baudelaire muhtemelen Paris’ten ayrılmadan önce resmi görmemiştir ancak sanatsal “yıpranmışlık”ı geleneksel öğelerin tersyüz edici brikolajı yani Manet’nin tohum halindeki modernliğinin damgası olarak adlandırdığını düşünmek insana cezbedici geliyor.


Kaynak: Poetics Today, Vol. 10, No. 2, Art and Literature II (Summer, 1989), pp. 255-277Published