28 Temmuz 2018 Cumartesi

Mavi Film


Mavi Film*

Graham Greene

Çeviren: Suzan Sarı


"Diğer insanlar hayatın tadını çıkarıyorlar," dedi Bayan Carter.

"Peki," diye cevapladı kocası, "gördük —"

"Yatan Buda, zümrüt Buda, yüzen çarşılar,” dedi Bayan Carter.“Akşam yemek yiyip yatmaya gideriz.”

"Dün gece Chez Eve’e gittik...."

"Benimle olmasaydın," Bayan Carter dedi, "sen bulurdun... ne demek istediğimi biliyorsun —Kulüpler."

Gerçek olsaydı diye düşündü Carter, kahve fincanlarının üzerinden karısına bakarak: halhalı kahve kaşığıyla aynı anda şıngırdadı: doyuma ulaşmış bir kadının en güzel çağına girmişti ama hoşnutsuzluk çizgileri de çıkmıştı. Boynuna bakmak bir hindiyi ayıklamanın ne kadar zor olduğunu hatırlattı. Benim hatam mıydı, diye düşünüyordu, yoksa onun mu, yoksa doğuştan ya da bir salgı bezi kusuru, kalıtsal bir özellik miydi. İnsanın gençken soğukluk işaretlerini bir ayrım sanması ne kadar üzücü.

"Afyon içeceğimize söz vermiştin," dedi Bayan Carter.

"Burada değil, hayatım. Saigon’da. Burası sigara içilmeyen bölüm."

"Ne kadar gelenekselsin."

"Sadece hamal yerlerinin en pisi olabilirdi. Göze çarparsın. Gözlerini sana dikerlerdi.” Kazanan kartını oynadı. “Hamam böcekleri olurdu.”

"Hamam böcekleri olurdu.”

"Kocamla olmasaydım bir sürü Kulübe alınırdım."

Umutla denedi, "Japon striptizcileri..." ama onların hakkındaki her şeyi duymuştu.

Kadın "Sutyenli çirkin kadınlar," dedi. Adam hiddetlendi. Karısını da götürüp vicdanını rahatlatmak için harcadığı parayı düşündü —onu çok sık geride bırakıyordu— ama arzulanmayan bir kadının refakatinden daha kasvetli bir şey yoktur. Sakince kahvesini içmeye çalıştı: fincanın kenarını ısırmak istedi.

"Kahveni döktün,” dedi, Bayan Carter.

"Özür dilerim." Aniden ayağa kalkıp “Tamam. Bir şeyler uyduracağım. Sen bekle.” dedi. Masanın üzerine eğildi. “ Şoka girmesen iyi olur,” dedi,” Bunu sen istedin.”

"Genelde şoka giren ben değilim bence,” dedi Bayan Carter yüzünde ufak bir küçümsemeyle.

Carter otelden çıkıp New Road’a doğru yürüdü. Bir oğlan yanına sokulup” Genç kız mı?”  dedi.

"Benim kendi karım var”  dedi Carter, kasvetle.

"Oğlan?"

"Hayır, teşekkürler."

"Fransız filmi?"

Carter durakladı. "Ne kadar?"

Renksiz sokağın köşesinde bir sürü ayakta pazarlık ettiler. Taksi, rehber ve filmler güzel bir sekiz pounda mal olacaktı ama buna değerdi, diye düşündü Carter, durmadan “Külübler” diye tutturan ağzını kapatacaksa eğer. Bayan Carter'ı almak için geri döndü

Arabayla uzun bir yol gidip kanalın üzerindeki bir köprünün yanındaki durağa, belirsiz korkularla kaplanmış pis bir geçide vardılar. Rehber “Beni izleyin.” dedi.

Bayan Carter elini Bay Carter’ın koluna koydu. “Güvenli mi?” diye sordu.

Elinin altında büzüşerek “Nereden bileyim?” dedi.

Işıksız bir elli metre yürüyüp bambu bir çite gelince durakladılar. Rehber kapıyı birkaç kez çaldı. Kabul edildikleri yer toprak zeminli bir bahçesi olan ahşap bir kulübeydi. Bir şey —muhtemelen bir insan— karanlık cibinliğin altında kamburlaştı. Ev sahibi onlara içinde iki sağlam koltuk ile Kralın bir portresinin olduğu küçük, eşya dolu bir odayı gösterdi. Ekranın boyutları bir ansiklopedi cildi kadardı.

İlk film tuhaf derecede iticiydi, yaşlı bir adamın iki sarışın masözün elinde gençleşmesini anlatıyordu. Kadınların saç modeline bakılırsa film yirmilerin sonunda yapılmış. Film boşta dönüp durduğunda Carter ve karısı karşılıklı mahcubiyetle oturuyordu.

"Pek iyi değildi,” dedi Carter, bu  işin uzmanıymış gibi.

"Yani bu yüzden mavi film* demişler,” dedi Bayan Carter. “Çirkin ve heyecansız.”

İkinci bir film başladı.

Bunda çok küçük bir hikaye vardı. Genç bir adam –taktığı dönem şapkasından yüzü görünmüyordu- sokaktan bir kızı alıp (kızın geniş şapkası etten bir duvar gibi onu saklıyordu) ona odasına kadar eşlik ediyordu. Aktörler gençti: filmde biraz cazibe ve heyecan vardı. Kız şapkasını çıkardığında Carter, onun yüzünü tanığını düşündü, çeyrek bir yüzyıldan daha uzun zamandır gömülü bir anı su yüzüne çıktı.Telefonun üzerinde bir bebek, çift kişilik yatağın üzerinde dönemin seksi kızlarından birinin posteri. Kız çıplak, büyük özenle giysilerini katlıyor: yatağı düzeltmek için eğildi, vücudunu kameraya ve genç oğlana gösterdi: başını kameradan çevirmiş duruyordu. Ondan sonra kız oğlana giysilerini çıkartmaya yardım etti. Ancak o zaman hatırladı — bu kendine has oyun adamın omzundaki doğum lekesiyle doğrulandı.

Bayan Carter koltuğunda kımıldadı. “Oyuncuları nasıl bulduklarını merak ediyorum” dedi boğuk bir sesle.

"Bir fahişe," dedi adam. Adamın başını çevirmesini beklerken "Biraz çiğ, değil mi? Gitmek istemez misin?” diye dürttü karısını. Kız yatakta diz çökerek delikanlının belinden kavradı — kız yirmisinden fazla değildi. Hayır; bir  hesap yaptı: yirmi bir.


"Kalalım," dedi Carter. "Parasını verdik”.  Sıcak bir eli kocasının dizine koydu.

"Bundan daha iyi bir yer bulabileceğimizden eminim."

"Hayır."

Genç adam sırt üstü uzandı ve kız bir anlığına onu bıraktı. Genç adam kısaca, kazaymışçasına, kameraya baktı. Bayan Carter’ın eli dizin üzerinde titredi. “Aman Tanrım” dedi, “bu sensin.”

"Bendim" dedi , "otuz yıl önce. " Kız yeniden yatağa tırmanıyordu.

"İğrenç," dedi Bayan Carter.

"Bana iğrenç gelmiyor," diye cevap verdi, Carter.

"Sanırım gittiniz ve zevkle izlediniz, ikiniz de."

"Hayır. Onu hiç görmedim. "

"Bunu neden yaptın? Sana bakamıyorum. Utanç verici."

"Beni de getirmeni istedim."

"Sana para verdiler mi?"

"Kıza verdiler. Elli pound. Çok fena paraya ihtiyacı vardı."

"Ama sen boşu boşuna eğlendin?"

"Evet."

"Bilseydim seninle asla evlenmezdim. Asla."

"Ondan sonra çok zaman geçti."

"Hala nedenini söylemedin. Hiç bahanen yok mu?” Karısı durdu. Karısının izlediğini biliyordu, öne eğilerek, çeyrek yüzyıldan daha eski bir orgazmın sıcaklığı basmıştı.

Carter  "Ona sadece bu şekilde yardımcı olabilirdim. Daha önce hiç filmde oynamamıştı. Arkadaş istedi." dedi.

"Bir arkadaş," dedi Bayan Carter.

"Onu seviyordum. "

"Sen bir tartı bile sevemezsin."

"Ah evet, sevebilirsin. O konuda hakkını yemeyelim.”

"Onun için kuyruğa girmişsindir kesin."

"Biraz acımasızca oldu," dedi Carter.

"Ne oldu kıza?"

"Ortadan kayboldu. Hep kaybolurlar."

Kız genç erkeğin vücudunun üzerinden uzanıp ışığı yaktı. Filmin sonuydu. “Önümüzdeki hafta yenileri geliyor,”  dedi Siyamlı, iyice kıvrılarak.  Geri karanlık geçidin oradaki taksiye kadar rehberi izlediler.

Bayan Carter takside” Adı neydi?”  dedi.

"Hatırlamıyorum." Yalan daha kestirmeydi.

New Road’a döndükleri sırada keskin sessizliğini bir daha bozdu. “Nasıl kendini bu kadar alçalttın…? Çok onur kırıcı. İşten birinin seni tanıdığını düşünsene.”

"İnsanlar böyle şeyler gördüklerini anlatmazlar. Hem zaten o zamanlar işe girmemiştim.”

"Seni hiç endişelendirmedi mi?"

"Otuz yıldır bir kere bile düşündüğümü sanmıyorum."

"Onu ne zamandır tanıyordun?"

"On iki ay, belki."

"Hayattaysa artık bayağı korkunç görünüyor olmalı. Ne de olsa o zamanlar bile orta malıydı.”

"Bence güzel görünüyordu," dedi Carter.

Sessizce üst kata çıktılar. Adam doğruca banyoya gidip kapıyı kilitledi. Sivri sinekler lambanın ve büyük sürahinin etrafını sardı. Üstünü çıkarırken küçük aynada kendi parçalarına gözü takıldı; otuz yıl kibar değildi: katmanlarını ve orta yaşını hissetti.

Tanrıdan ölmüş olmasını dilerim diye düşündü. Lütfen, Tanrım, ölmüş olsun. Oraya geri girdiğimde hakaretler yeniden başlayacak.

Ama döndüğünde Bayan Carter aynanın yanında duruyordu. Giysilerinin birazı çıkmıştı. İnce çıplak bacakları ona balık bekleyen bir balıkçılı hatırlattı. Kadın yaklaşıp kollarını ona sardı: omzunda bir halhal şıkırdadı. Kadın “Ne kadar iyi göründüğünü unutmuşum.”

"Üzgünüm. İnsan değişiyor."

"Onu demek istemedim. Seni olduğun gibi seviyorum."

Kadın arzusunda kuru, sıcak ve arsızdı. “Devam et,” dedi, “devam et” ve kızgın ve yaralı bir kuş gibi çığlık attı. Sonrasında “Üstünden yıllar geçmiş” dedi ve adama yarım saat gibi gelen bir süre heyecanla konuşmaya devam etti. Carter karanlıkta bir yalnızlık ve suçluluk hissiyle sessizce uzandı. O gece sevdiği tek kadına ihanet etmiş gibi geliyordu ona.

1954


* Porno film.

25 Temmuz 2018 Çarşamba

Bu Bir Roman Değildir

Bu Bir Roman Değildir

David Markson

Çeviren: Suzan Sarı



   Şu anda Modern Yazarlarda çok moda olan bir Deney yapmaya çalışıyorum, deney de şu: Hiçbir şey hakkında yazmak.
—Jonathan Swift



Yazmayı bırakmak yazara oldukça çekici geliyor.

Yazar hikaye uydurmaktan harap bitap düşmüştür.

Lord Byron ateşli romatizma, tifüs, üremi ya da sıtmadan öldü. Ya da kanamasını durdurmayan doktorları tarafından kazara öldürüldü.

Stephen Crane 1900’da tüberkülozdan öldü. Sıradan modern bir hayat sürmüş olsaydı İkinci Dünya Savaşına kadar yaşardı.

Bu sabah yürüyerek çöpçülerin çöplerini attıkları yere gittim. Tanrım, muhteşemdi.
Diyor Van Gogh bir mektubunda.

Yazar bir o kadar da karakter icat etmekten bıkmıştır.

Bertolt Brecht inmeden öldü. Canlı canlı gömülme korkusundan ölü olduğu ilan edildiği anda kalbinin  bir kamayla deşilmesi sözünü de aldı. Başındaki bir doktor da aynen böyle yaptı.

Bay Coleridge, ağlamayın. Haşhaşın size bir faydası varsa bunu değerlendirmelisiniz, neden bunu kaçırasınız ki? Wilkie Collins’in annesi sordu.

William Blake akıl almaz bir pislik içinde yaşadı ve hayatında neredeyse hiç banyo yapmadı. Bay Blake’in derisi kir tutmazdı diye ekledi karısı Catherine.

Onların yaşındayken Rafaello gibi resim yapabilirdim. Ama onlar gibi çizmeyi öğrenmek ömrümü aldı. Dedi Picasso, bir çocuk resimleri sergisinde.

Hikayesinde herhangi bir derinliği olmayan bir roman, Yazar bir yolunu bulmalıdır.

Ve karakter olmadan. Hiç.

Globe Tiyatrosu 29 Haziran 1613’te yanıp kül oldu. Acaba Shakespeare'in gün yüzüne çıkmamış yeni oyunlarından biri de orada yanmış mıdır?

Albert Camus, William Faulkner’la tanıştırıldığında: Adam bana üç kelime etmedi.

Nietzsche peş peşe gelen inmelerden öldü. Ama sonu, ve deliliği, neredeyse kesinkes frengidendi.

W. H. Auden bir keresinde Barselona’da bir parkta kamusal alanda işediği için tutuklanmıştı.

Frans Hals bir keresinde karısını dövdüğü için tutuklanmıştı.

Olay örgüsüz. Karaktersiz.

Yine de okura sayfayı çevirtecek kadar baştan çıkarıcı.

Globe Tiyatrosu felaketinde kimse yaralanmadı. Kimsenin külot pantolonu yanmadı ama kayıtlarda yangının bir maşrapa birayla söndürüldüğü yazıyor.

Dickens karısından boşanarak Viktoryen Londra’sını şaşkınlığa uğrattığında mevzunun bir aktrisle ilgili olduğunu yayan Thackeray’dı. Dickens onunla yıllarca konuşmadı.

Gath’te söyleme, Askelon’un sokaklarında yayımlama.

George Santayana,  Moby Dick’i okurken: atlaya atlaya gitmem rağmen ortasında takılıp kalmıştım.

Miletli Thales bir spor müsabakası izlerken koltuğunda öldü.

Ama Monsieur Beyle’yi iyi tanırdım, ve o başyapıtları onun gibi bir avarenin yazmış olabileceğine beni asla ikna edemezsiniz. Dedi, Sainte-Beuve

Aksiyonsuzluk, Yazar bunu ister.

Bu da olaylar dizisi olmadığı anlamına geliyor.
Bu da belirli bir zaman akışı olmadığı anlamına geliyor.

Ama yine de buna rağmen başka yere varmak.

Eski karıların hikayesi, Sokrates anlattı, Thales sürekli yıldızlara bakmakla o kadar meşgulmüş ki bir keresinde bir kuyuya düşmüş. Ve çamaşırcı kadınlar bile gülmüş ona.

Genç John Donne genelde Jack Donne olarak anılırmış.

Oedipus gözlerini oyar, Jocasta kendini asar, ikisi de suçsuz; oyunun uyumlu bir sonu var. Diye yazdı Schiller.

Verdi inmeden öldü.

Puccini gırtlak kanserinden öldü.

Gerçekten de bir başlangıç, bir orta ve bir sonla.

Sonundaki bir parça üzüntüyle bile olsa.

John Keats hangi lapadan yerdi? Diye sordu Browning.

Fakir bir adama nazik davranmanın anlamı nedir? Diye sordu Cicero.

Bertrand Russell o kadar beceriksizdi ki, fiziksel olarak, bir çay bile demleyemezdi.
Immanuel Kant bir tüy kalemini bile sivriltemezdi. John Stuart Mill bir düğümü zar zor atardı.

Altıncı yüzyıl efsanesi, Aziz Luke’un ressam olması. Ve Bakire Meryem’in portresini yaptı.

Tartini'nin kemanı. Öldüğünde kutusunda kırılan.

Brahms ısrarla çok kısa pantolon giyerdi. Bazen gerçekten makasla paçalarından alırdı.

Dekoru olmayan bir roman.

Sözümona mobilyalar da olmadan.

Ergo tasvirler olmayan bir son anlamına geliyor.

André Gide ciğerlerindeki bir hastalık yüzünden öldü. Aeneid’ı yeniden okurken ölüm döşeğinde.

Masaccio fresklerinin kopyalarını yapıyorlardı,Santa Maria del Carmine’de genç çıraklar, o zaman Michelangelo, Pietro Torrigiano’un işçiliğinin eleştirmişti:Kemik ve kıkırdaklar bisküvi gibi dökülüyordu, Torrigiano diyecekti daha sonra Benvenuto Cellini’ye. Michelangelo'nun burnu yeniden.

Goethe, Byron için çağımızın en büyük dahisi, dedi. Byron, Goethe için çağımızın en büyük dehası dedi.

Ivan Turgenev, on dokuz yaşında,  bir gemi güvertesi yangını sırasında: Kurtarın beni! Annemin tek oğluyum!

Lesbia adını verdiği ama gerçek adı muhtemelen Clodia olan bir kadını seven Catullus. Cynthia adını verdiği ama gerçek adı muhtemelen Hostia olan bir kadını seven Propertius. İkisi de dolu dolu iki bin yıl önce.

Gustav Mahler kalp zarı iltihabından öldü.

Louis-Ferdinand Céline beyin anevrizmasından öldü.

Ağır basan merkezi güldüleri olmayan bir roman, Yazar ister

Bu yüzden ne çatışma ne de yüzleşme, aynı şekilde.

Rudolph Kreutzer hiçbir zaman Kreutzer Sonata çalmadı.

Thomas Aquinas’ın vaat ettiği Cenneti yücelten hazlardan biri: işkence edilip yakılırken mahkumları yukarıdan izlemek.

Samuel Beckett ve Alberto Giacometti’nin arkadaşlığı.

Richard Strauss: Neden bu şekilde yazmak zorundasınız? Yeteneğiniz var. Paul Hindemith: Bay Profesör, siz kendi müziğinizi yapın, ben kendi müziğimi yapayım.

Porto d'Ercole. Caravaggio’nun öldüğü yer. Büyük ihtimalle sıtmadan. Bir meyhanede.

Georgia O'Keeffe kör öldü.

Hamlet, Danimarka Prensini izledim ama artık eski oyunlar bu zarif yaşımda midemi bulandırmaya başladılar. Der John Evelyn'in günlüğünde, 26 Kasım 1661 sayfası.

Hiçbir toplumsal tema olmadan, örneğin toplum resmi olmadan.

Hiçbir çağdaş tavır veya ahlak tasviri yok.

Kategorik olarak, siyasetsiz.

Amiyane ve soluk, Ruskin, Rembrandt’ı azlederken. Dostoyevski’nin kardeşi derdi, Malraux ona.

Nedeni her ne ise, Jean Sibelius hayatının son otuz yılında tek nota yazmadı.

Kierkegaard akciğer enfeksiyonundan öldü. Ya da omurgasındaki bir hastalıktan.

Karl Barth’ın kanısı: Melekler yalnızca Tanrıyı överken Bach çalabilir, kendi aralarında Mozart çalarlar.

 Theophrastus flüt sesinin siyatiği iyileştirdiğini iddia etmişti. Epilepsiden bahsetmeye bile gerek yok.

Alexander Pope ödemden öldü.

John Milton guttan öldü.

Theophrastus flüt sesinin onu da iyileştirdiğini söylemişti.

Hiç kimse bir kadının kalçasını Boucher’den iyi resmedememiştir dedi, Renoir.

Tamamı sembolsüz bir roman.

Naples’lı Robert: Giotto, yerinde olsam bu sıcakta resim yapmaya bir süre ara verirdim.Giotto: Ben de, emin ol- senin yerinde olsam.

Matthew Arnold Liverpool’da bir tramvaya yetişmek için koşarken kalp krizinden öldü.

Among Dickens'ın çocukları: Alfred Tennyson Dickens. Henry Fielding Dickens. Edward Bulwer-Lytton Dickens. Walter Landor Dickens. Sydney Smith Dickens.

Walt Whitman'ın erkek kardeşleri: George Washington Whitman. Andrew Jackson Whitman. Thomas Jefferson Whitman.

 I. Elizabeth  Cambridge Üniversitesini ziyaret ederken Yunanca bir ders verdi. Ve ardından öğrencilerle daha az resmi şekilde Latince sohbet ettiler.

Thomas Mann damar iltihabından öldü.

Anne Hathaway’in okuyamadığı olasılık.

Anne Hathaway.

Gerçek olma ihtimali çok düşük bir söylentiye göre Columbus Yahudiydi.

Uzay mavidir ve kuşlar oraya doğru uçar. Dedi Werner Heisenberg.

Nihayetinde bir konusu bile olmayan bir sanat eseri, Yazar ister.

Konusu olmayan bir sanat eseri yoktur, dedi Ortega.

Roman bir hikaye anlatır, dedi E. M. Forster.

Yapabiliyorsan övünmek sayılmaz, dedi Dizzy Dean.

Xenocrates karanlıkta pirinç bir çanağa çarpıp tökezledi ve kafatasını kırarak öldü.

Büyük kümbeti inşa ederken Floransa katedralinin en yüksek yerlerinde birinde Brunelleschi’nin inşa ettiği geçici bir restoran ve şarap evi vardı, böylece işçiler öğle yemeği için pazarlık etmek zorunda kalmadılar.

Maxim Gorky tüberkülozdan öldü.

Yoksa Stalin tarafından mı öldürüldü?

Baudelaire felç geçirip frengi yüzünden konuşma yetisini kaybettikten sonra öldü.

Hasta ve yorgundum. Fiyorttan bakarak dikildim Güneş batıyordu. Bulutlar kırmızı renkti. Kan gibi. bir çığlık sesi duydum sanki. Dedi Edvard Munch.

Ancak bir deli tarafından yapılabilirdi bu resim. Dedi, Munch aynı resimden bahsederken.

Pico della Mirandola, daha otuz bir bile değilken anlaşılamayan bir ateşten öldü.

William Butler Yeats kalp yetmezliğinden öldü.

Öldüğü gün soğuk karanlık bir gündü.

Leigh Hunt bir keresinde Charles Lamb’in  Chapman's Homer’ını öptüğünü gördü. Henry Crabb Robinson bir keresinde Coleridge’in Spinoza’yı öptüğünü gördü.

Lamb aslında insanların okumaya başlamadan önce şükür duası etmemesine şaşırmış gibi yapmakla tanınırdı.

Horse Cave Creek, Ohio, Ambrose Bierce burada doğdu.

Giorgione muhtemelen vebadan öldü.

Ninon de Lenclos.

Matthias Grünewald’un ıssız, melankolik hayatı. Aklı tamamen başında mıydı?

Yazar aklındakini gün ışığına çıkartabileceğini mi düşünür?

Ve herhangi bir okuru olacağını mı umar?